DELİRMENİN SINIRINDA / Miraç Ufuk Öz



 Başıma neler geldiği hakkında bana en ufak bir ipucu dahi vermiyorlardı. Üstü siyah mürekkeple çizilmiş uzun bir not ve bir kaç test sonucu dışında... Birden irkildiğimi ve dosyanın içinden buruşuk iki sayfanın süzülerek yere düştüğünü hatırlıyorum. İçimde sanki bir şeylerle yüzleşmek üzere olduğuma dair tuhaf hisler vardı. Bu yüzden önce tereddüt etsem de notları elime alıp okumaya başladım. Size bu sayfaları birebir aktarıyorum. 

 ŞEHİR REHABİLİTASYON VE BAKIM HASTANESİNE AİTTİR. -GİZLİ- BAY GÜNEŞ'IN HASTANEYE GETİRİLİŞİNDEN ÖNCEKİ VEDA NOTU:

 Hayatımı, tümü arkamdan bir sanrı gibi geçen yaşamımı sonlandıracağım ait ellerimle. Size bunları yazdığım için beni iradesiz, öylesine aptal bir kimse sanmayın. Gördüklerimi -olduğu geceden beri aklımdan çıkmadılar- zihni sağlıklı bir kimseye o şeyleri, ressam ellerinin ki kadar bir hassasiyetle dahi yerleştirseniz, ruhu delirtmek için elinden geleni yapar. Bunların, tıpkı köklerini derinlere salmış bir dişin, hekimi tarafından son derece hassas fakat bilincin bulandırdığı kadar hunharca çekilmesini isterdim. Ancak böylesine mucizevi bir el beni tüm bunlardan arındırabilir. Acele etmiyorum. Bunun başlıca sebeplerinden biri okuduklarınızdan şüphe edecek olmanızdır. Belki kesin bir ikna yolu yok fakat beyhude satırlar değil, bunlar daha çok deliliğin zihni o parlak bölgesinin uçurumundan ayıran keskin ay rengi çizgileri. Sanki gözlerimi delip de içime işlendikleri günden beri, tüm ruhumun noktalarına çarpan gammaz bir bilye gibi sancı veriyor ve kâbuslarımda beni yine o uğursuz, habis yere götürüyorlar. İçinde bulunduğum bu katlanılamaz sanrısal kâbuslar hayatımı bir havana alıp huzurunu çıkarana kadar eziyorlar. Yaşamın artık ellerimde bir ağırlığı kalmamışçasına bedenimi salmak istiyorum ölümümün kudretine... İçimdeki sıkıntıları dünyanın kendisine iade etmek için ormanın derinliklerine doğru bir huzur yürüyüşü planlıyordum... ''Lordumuz Nksleaterletpei, senin emrinle hepimiz kabuklarımızdan çıktık'' Kafatasımın her ücra köşesine dek dolaşan bu ritüel sekansı benzeri sözler, özünde herhangi bir şekilde rastlamış olsam bana çekici gelebilirdi, fakat ağaçların üstünde dizilmiş ve koyu pelerinli elleri durmadan hareket eden o gizemli insanlar tarafından dehşetle okunduğuna, şahit olmak, kendi teriminin eşiğini aşmıştı. Korku tüm organlarımda dolaşıp bir zehir gibi iğneleyerek acı veriyordu her noktama. Tüm bunların etkisiyle yerdeki yapraklar sanki çatırdayarak beni olduğum yere mahkûm etmişlerdi. 'Nksleaterletpei, senin için geldik'' Ağızlarından çıkan dumanlar sayılarını belli ediyordu, ay ışığında parıldayan on belki on beş duman. İçimde verdiğim amansız mücadeleyi merakın kazanmasındandır ki korkum ayaklarıma bağlanmış yaprak zincirlerini zorla kırıp koşmaya başladım. Ciğerlerim saniyeler içinde kaburgama sığmayacak kadar şişmişti. Gizemli gözleriyle beni fark etmediklerinden emin değildim fakat bu vahşi hayvan koşusuna devam etmeliydim. Arkama bakacak zamanın var olmadığına inandırmıştım kendimi. Korkunun, beynime uyguladığı zehirden sanki -o zaman öyle düşünmüştüm- sağımdan ve solumdan silik bir görünüm olarak geçen ağaçlar, içten gelen bir inleme gibi kuru bedenlerini ormanının derinliklerine adıyorlardı. Daha önce, kendimde eşine rastlamadığım bir hızda ilerlemeye devam ettim. Rüzgâr yüzümdeki sinirleri soğuk bir anestezi iğnesi gibi uyuştururken, arkamdan gelen ses, tüm bu habis soğukluğa cehennemin ortasından atılan bir alev parçası gibi düşmüş ve vücudumu kalbimden başlayarak eritmeye başlamıştı -şu an bile hissiyatı tazedir-.Fakat ne olursa olsun bakmadım. Ayaklarım birbirlerinin üzerine zalimce atılamaya devam ediyordu taa ki, karşıma o muğlaktan yapma kalabalığın çıktığı zamana kadar. Kendimi hızla sağa doğru fırlatmış ve sırtımı sivri kabuklu ağaca vermiştim. Şimdi kafamı tüm o aksiyonun içinden soğukkanlı hissiz bir cisim gibi çıkarıyordum. Gördüklerim... Anlatılabilir mi bilmiyorum. Gerçekten insanın sınırları, böyle bir şeyi ifade etmek için yeterli olmayabilir. Orada taş bir tezgâhın paralelinde dizilmiş tıpkı ağaçların üzerindeki kişiler gibi varlıklar -bu açıdan görünce varlık demeyi seçmiştim- ellerinin altındaki, kalabalıkları yüzünden pek göremediğim başka bir varlığı inceliyorlardı. Çehrelerini karanlıktan görmek mümkün değildi. Kısa süren bir Sessizlik efradımdaki her zerre cisme hükmetti. Sonra... Birden bir çığlık koptu ve onu gördüm. Pelerinlilerin arkasından ağaçların köklerini titreterek geldi o heybetli karanlık. Yere kadar sarkan kollarını hızla tezgâha yöneltti ve çıplak adamı tek bir göz kırpma süresinde zifiri bir okyanus gibi duran koca ağzını açıp tarif edilemez bir vahşette öğüttü. Sonra deliliğin bile eşiğini aşan bir küvetle kükremeye başladı, ölümün bile ölebildiği ufaklıkların, toplanıp tüm evrenin vahşetiyle irin içinde yıkanmış gibi püsküren o sesi, bundan daha ileriye giderek anlatabilecek cesaret yüreğimde mevcut değil. Orman hareketleniyordu. Ağaçlar köklerinden başlayarak çatırdamaya başlamıştı. Tıpkı koşarken duyduğumu sandığım o kısa dilimdeki gibi. Yanımdan bir şey geçti ve o an, işte bir lav parçası kafamın üzerinden tüm vücudumu kavuruyordu. Kabuk bağlamış iğrenç, çıplak tenini, korkunun bilince saldığı zehrin imkân verdiği kadar bir şimşek çakmasının aceleliğinde gördüm. Heybetli yaratığa doğru ilerledi. Ay artık bulutların çekilmesiyle birlikte tüm o tuhaflıkların üzerine vuruyordu. Pelerinler kalktı. O an bilincim de aklımla ve irademle birlikte beni terk etti sanırım. Aklımda milyar tane soru vardı, bu iğrenç kabuksu varlıklar o ağaçların üzerinden nasıl olur da uçar gibi bir çabuklukta gelmişlerdi. Arkamda duyduğum o ses tüm bu uğursuzluklar... Yaratık bir ağaç kabuğu gibi vücudu, ay ışığına doğru kaldırdı. ''Ay ve ışığı toprak ve sert kabuklu ağaçlar şahittir'' Hepsi tek bir mistik ağız gibi haykırma başlamışlardı ağaç parçaları gibi o iğrenç başlarını göğe dikerek. Sanırım o an kendimi kaybettim, tek hatırladığım görünmez ordu ağaçlarının arasından yırtan nefeslerle harmanlanmış o insanlık dışı vahşi hayvan koşusuyla geçerken, tıpkı depresif bir panik atak anında aklın oynadığı sürat düşünü entrikaları gibi, görüntü bir anda yok olmuş, sonrasında dairemin dış kapısından boş apartman koridoruna doğru yeniden canlanmıştı. Kapı açıktı, içeriye hiçbir şey düşünmeden öylece girdim, tüm çizgilerine kadar elimi tere bulayan yaşlı bir yağ bezesi gibi ağırlık kendini o anda hissettirmeye başladı. Daha önce hiçbir şekilde eşine rastlamadığım Öklid dışı geometrik şekillerle işlenmiş, üzerlerinde bana tanıdık gelen ve bu dünyaya ait olduğuna emin olduğum tek oyma şekli, ince, kuru görünümlü bir ağaç dalıydı. Tam yirmi gün oldu, yirmi gündür nefes alıyorum, zaten bu elimde olmayan bir şey fakat gerçekten yaşayamıyorum. Her anıların uçurumdan ufak bir düşün parıltısıyla aydınlandığında o gecenin izleri, beni yaşamın o habis bölgesine itiyor ve rüyalarımda tekrar canlanıyorlar. Artık dayanamıyorum, bu dünya da sonum yaklaştı... Kalbim sanki elleri çıkmış da kendini göğüs kafesimden dışarı atmak istiyor ve artık aklımı bu zayıf iradem dizginlemeye yetmiyor. 

 Bunlar da ne? Bu yazılanlar delilik. Hızla dosyaları yeniden karıştırmaya başlıyorum. Oradaki raporda bir dal parçasıyla ilgili şeyler söylediğim yazıyor. Hızla odayı aramaya başlıyorum. Her bir deliğe her bir kuytuya teker teker bakıyorum. Yok öyle bir tahta parçası, zaten gerçek de olamaz tüm bunlar. Elimi hızla kaldırıp masaya vurduğumda yere bir şey düşüyor. Tam üç kere sekiyor parkelerin üstünde. İlk sekişinde bir anlamsızlıkla birlikte soru işaretleri her bir hücreme saldırıyor. İkinci sekişinde, o iğrenç farkındalık hissi, zihnimden içeri kor bir iğne gibi giriyor. Üçüncüsünde ise artık tüm her şeye rağmen elimi masanın altına uzatıyorum. Üzerindeki oymalar... Hayır... Gerçek olamaz...

Yorumlar

Yorum Gönder