Dekadans / Miraç Ufuk Öz

Bay POE,  o gün gecenin geç saatlerine kadar uyuyamamıştı. Beş saat boyunca hiç ara vermeden gıcırdayan sandalyesinin üstünde bir tüy parçası ve mürekkeple savaşmış, sonrasında kesin bir zafer edasıyla uykuya dalmıştı. Sabah uyandığında üç yaprak parçası üzerinde sekiz adet şiiriyle birlikte yayınevinin yolunu tuttu. Derin bir nefes aldıktan sonra editörün kapısını çaldı.

Editör onu bekliyordu, karşısındaki koltuğu gösterdi. Getirdiklerinize bakabilir miyim, dedi nazikçe. Aldığı yazıları gözlerini kırparak okumaya başladı.

“Bay POE.. Bay POE... Şiirleri sadece akşam dergisini dört gözle bekleyen o burjuva kadınlar okuyor. Hani o ev sahibini sadece gözleri yüzünden öldüren adamın hikâyesi vardı ya... Tıpkı onun gibi yazılarla gel bana. Tanrım nasıl buluyorsun böyle şeyleri” Bay POE'nun karşısında yüksek bir cahillikle konuşan Yayınevi editörünün masmavi gözleri tıpkı hikâyedeki gibi yuvalarından fırlamaya çalışan iki şeytanı andırıyordu. Bay POE birden sandalyesinden kalktı ve editörün yakasına yapıştı “Nasıl olduğunu bilmek ister misin? İçindeki sanat aşkıyla yaşamın gerçekleri arasında sıkışıp kaldın mı sen hiç? Aptal adam, cahil adam!” Tüm bu bağrışmalar aslında kafasının içinde arzuladığı şeylerin hayaliydi. Kendini bu arzulardan arındırmaya çalışırken tek düşündüğü o bir yılan gibi karısının ciğerlerine yapışmış verem hastalığıydı. Kendini böyle sakinleştirdi. “Pekâlâ, Bay Jones, şiirlerimin tanesine 1 dolar istiyorum, sizce makul mü? “ “Yapmayın POE, dediğim gibi sadece kadınlar...  Tanesine en fazla 50 sent verebilirim.  Maalesef hayat zor Bay POE.. hayat zor..” Tekrar karısını canlandırdı gözlerinin önünde, onu tıpkı bir morfin ya da uyuşturucu gibi kullanıyordu öfkesi ve kötü arzularının üzerinde. 

Evine dengesiz adımlarla ilerliyordu, cebinde sadece dört doları ve buruşturulmuş bir kâğıt parçasıyla. Sıkıca birbirine kenetlenmiş parmaklarıyla art arda yumruklar indirmeye başladı evinin kapısına. Açan olmadı. Yumruklar git gide daha da şiddetlenmeye başlıyordu. Bay POE resmen cansız bir tahta parçasıyla savaşıyordu. Aç artık, aç da kurtulsun yüreğim bu alevden, diyordu içinden, aç şu kapıyı sevgilim sesin kulaklarıma çarpsın da söndürsün bu ateşi.  Meleklerin çağırdığı sevgili göster artık kendini... Kapı usulca açıldı. Virginia arkasını döndü ve ayaklarını sürüyerek odasına doğru ilerledi. Bay POE hala eve girmemiş hareketsizce duruyordu. İçi ferahlamamıştı bir yüz bekliyordu karşısında, canlı bir insan... O gün geceye kadar Virginia'nın yanında kıvrılıp onunla birlikte kan kustu, ama Bay POE'nun kanları yüreğinden geliyordu ve gözükmüyorlardı. Virginia'ya  şişenin dibinde yarım dozdan bile daha az kalan ilacını verdi ve odadan çıkıp sandalyesine oturdu. 

Yayınevi editörünün kibirli sesi, Virginia'nın veremle kaynayan kanlarının çarşaftaki izleri, öksürük, çirkin gözlü ev sahibesi, cahil adam! Aptal adam! 

Bay POE resmen deliliğin eşiğindeydi. Tüm bu karmaşanın içinden çıkmasını sağlayan bacaklarının arasından şefkatle geçen kara kedisi Pluto oldu. Kalemi eline aldı Bay POE. Yazmaya başladı...

Etrafı mavilerle kaplı iki siyahlığın ortasında titreyen kızıl, beni imgesel bir deliliğin ortasına attı. Görüntü, kafamın içinde; zihnimden sızan bir suyla büyüyor ve O hafif, önemsiz şey tüm vücudumla birlikte beynimi de yaşanılamaz, habis bir yer haline getiriyor. 

 ”Ben” in kıyılarında dolaşan canlı, cansız tüm silik düşünler -ve cisimler- kulağımın içinden ustaca bir sessizlikle giren o fısıltıyla birlikte yok olduğunda, bunun dışında tüm hissettiklerim, aşağıdan başlayarak dişli bir fermuar gibi çekilerek belleğin en yukarısına ulaşıp çığlıklarla birlikte koparılmıştı. Sonunda, ayaklarım hiçbir muğlaka yer vermeyecek bir kararlılıkla fısıltının geldiği muhtemel yere; çamur algılarını dikmiş ve burunlarını sürüyerek götürüyor gövdeyi. Yanan evin alev okyanusu dalgalarının ortasına. Bu emir “Ben” tarafından verilmemişti. Fısıltı, zindan parmaklıklarını döven bir iblisin etrafa kendisini serbest bırakmaları için yaydığı o kargaşa gibi beni, serbest kılınmak için kendine çekiyordu. Başka hiçbir şey duyamıyor, göremiyordum. Tüm kemiklerim, üzerine ufak tefek serpiştirilmiş etlerini, ısıdan gözyaşları akana kadar ileri sürdü alevin içine doğru kendilerini. İki mezura boyu kadar uzağındayken kızıllığın, aniden fısırtının kesilmesiyle durdum. 

  ”Bu kaçıncı gerilim” diye sorarken kendi kendime, aynı hızla aslında sorduğum bu sorunun ve soracaklarımın da bir anlamı olmadığını fark ettim.  Birden etrafımda, artık gözümde hepsi balçıktan yapma çirkin devlere dönüşmüş atıklar -insanlar- oluşmuştu ve ben küçücüktüm. Kendi içime, artık ne zihnin ne de başka bir kişisel eylemin ürünü olmayan ısrarcı etkiyle kapanıyordum. Isının da yataklığıyla Yere kapandım.  Bir pangolin gibi kendi içimde, muğlaktan yapılma, ortası ışığın yalnız küçük huzmelerini geçiren boş bir çember olmuştum. Ağlayarak yuvarlanmaya başladım alevlerin ortasına, gözyaşlarım harlıyordu ateşi, dumanlar vücudumun etrafından delip geçiyordu kubbeyi. Çığlıklarım bir şeyler anlatıyor yüzlere, düşüncelere, fikirlere ve duygulara. Bir gece kulağımdan giren o fısıltı gibi hislere.  “Artık anlar mıyım ölünce?” diyor bir çığlık. Sonra ötekisi haykırıyor “Huzur ateşte mi daha çok içimdekinden yoksa gitmek mi lazım oraya? Geri dönemeyeceğim kesinliğe.” Yanıyorum. Bir çıra oluyorum katı aleve ve evle birlikte küllerim uçuşacak bu yoz sokaklarda. Biliyorum. Burunlarından gireceğim çirkin devlerin. Ölüyorum, etrafımda kızılla...  

 İlk hikâyesi bitmişti Bay POE'nun ve ismine “Şairin Kızıl Ölümü” demişti.  Hikâyeyi sanki kendi için yazmış gibiydi. O kadar giziliydi ki kelimelerin içindeki anlam sanki sadece kendisi anlayabilirdi hakikati, fevkalade o bilebilirdi yalnızca. Ara vermedi, hız kesmedi Bay POE ve devam etti yazmaya.

 Fordham Bronx'un kılcal damarlarında akan tek kan parçası; Gölgesi siyahtan kızıl renge bürünmüş yorgunluktu. Güneş, damarın bir ucundan öyle yavaş girmiş, bir gümüşi iğne soğukluğunda ve isminin karşı tonlarında, tüm gölgeleri arkasına almıştı. Öyle garip huyları onu bu saatlerde adım sürmeye, yağı parkelerin aralıklarına düşmeye zorluyordu. Soğuk bina duvarlarında konuşmaya başladı sesinin dar frekansları. "Mantık adamların gözden kaçırdığı o nokta, aşılamaz doğal kanunlardır." Çöplüğün arasından daha yorgunluğa erişmemiş gölge parçası, dağıtarak, görülmesi zor bir hızla kayıplara karıştı. "Bu kanunlar kendilerinin zannettiği gibi aşılabilir ve yüce mantıklarıyla zapt edilebilir değildir." Geriye atılmış Bukle saçlarının görüşünde gölgeler, sokağa fırlatılan ele avuca sığmaz cümlelerle iyice yaklaşmakta, kızıl renklerini üzerine yağdırmak, onun bu düşünlerini kendileri gibi yorgun ve sessiz hale getirmek için hükmetmeye başlamışlardı sokağa.

Güneş durdu. Gölgeler durdu. "Sadece hayalperestlerin anlayabileceği bu üstün anlayış, beraberinde mantık normlarının bunalımsal iğnelemelerini getirir. Soğuk duvarlardan biriniz çıkın ve bana söyleyin! Mantık düşünme isteğini gidermekten öteye gidebilir mi? Bu yüzden yalnızca hayal ve isteğe inanılmalı." Gölgeler mil cümlelerin yarasıyla bir ıstırap haykırışı verdiler sessiz sokağa. Aynı anda bir çürümüşlük hücresi inşa ettiler etrafında Güneş'in...

... Gözyaşları bir kılcal Damarında Bronx’un... Yerde yatmış ve tümüyle tüketilmiş halde, ağzından pes etmek cümlesi "insan için en iyi şey imkânsızdır*..."Yerden kalktı ve etrafındaki kalabalığa baktı. Zaten alışmış değillerdi de neydi bu duruma. Sokak lambaları parlak ve gölgeler cismaniydi...

Son hikâyesini de sonlandırdıktan hemen sonra ayağa fırladı. Paltosunu çekip evden hızla çıktı. Koşuyordu Bay POE nefesi yetmiyordu ayaklarına duman üflüyordu soğuk sokaklara. Ellerinde kâğıt parçaları dans ediyorlardı rüzgârla, ölümün dansı bu, bir dekadans bu bilince. Durmak bilmeden ilerledi...

Yayın evi editörünün evinin önündeydi artık. Kapıyı yaptığı insanlık dışı koşunun aksine büyük bir soğukkanlılıkla çaldı. Editör uykulu gözlerle karşıladı onu. “Bay POE, bu saate evimin önünde ne arıyorsunuz?” “Bayım beni içeri almalısınız donuyorum. Baksanıza nefesim bile çıkmıyor, ellerim titriyor, iliklerime kadar üşüyorum” Editör Bay POE'nun halinden öyle sersemlemişti ki hiçbir şey sorgulamadan onu içeriye aldı. Yalnız yaşayan biriydi, karısı ya da çocukları yoktu. Beraber salonun ortasında karşılıklı koltuklarda oturdular. “Bu saate bu kadar acele olan da nedir Bay POE” dedi editör. “Yazdıklarım... Onlar... Canlılar. Okumalısınız efendim, kesinlikle şimdi okumalısınız hiç zaman kaybedemezsiniz sabahı beklemek bir hata.” Editör, POE'nun yazdığı iki öyküyü de okudu. Yalnız ortasında bir tür cehennem kızıllığı olan masmavi gözleri fal taşı gibi açılmış ve Bay POE'nun ifadesiz suratına bakıyordu....

"Bu da ne” diyordu editör, çıldırmış gibiydi korkmuş ve kalbi patlamak üzereydi gözleri fıldır fıldır. “Bu nasıl bir hikâye!” Editör kendini Bay POE'nun yazdığı öykünün içerisinde bulmuştu. Anlam veremiyordu tüm bunlara nasıl oldurdu. Onun yazdıkları şu an olanlarla ve geçmişte gerçekleşmiş şeylerle aynıydı. Şüphesiz bir tuzaktı bu. “Derhal evimi terk edin. DERHAL! Seni kaçık sosyopat herif. Terk et burayı” Bay POE onun iğrenç gözlerine baktı. Cebindeki bıçağı çıkarttı, işi bittiğinde hikâyesi tamamlanmıştı artık...







Yorumlar

Yorum Gönder