Yaprak, Rüzgâr ve Ben/Mine Oya


Sonbaharın son günleri işte... Havada ılık bir rüzgâr var. Ne var ne yok toplamış bavuluna, elinde hazır bekliyor. Birkaç güne o da gidecek. Yerleri, çoktan dökülmüş, kimsi sarı, kimisi turuncu, kırmızı kimisi de bunların karışımı bir renkte yapraklar kaplamış bir Acem halısı gibi. Pelit, çınar, meşe, çam hepsi de birbirinden farklı şekil ve boyutlarda.
Yürüyorum, öylesine, nereye gittiğimi bilmeden, düşünmeden. Bir süredir yerlere dalmış olan gözlerim, bir iki gün öncesi yağmış olan sağanak yağmurdan kalan küçük su birikintisine ayağımın basmasıyla kendine geliyor ve önüne bakıyor. Şimdi etrafı ağaçlarla kaplı kısa yürüyüş yolundan çıkmış sahil caddesine varmıştım. Sahil şeridi hafta içine nazaran daha az kalabalık bugün. Denize bakan koyu ahşap rengindeki boş bir bankı gözüme kestirip ilerliyorum. İlerlediğim sırada kuzeybatıdan esen hırçın bir karayel yüzüme sertçe çarpıyor. Uzun kara kirpikli gözlerimi açmakta zorlanıyorum bir ara. Neyse ki boş banka oturuyorum nihayetinde.
Gökyüzü gri bulutlarla kaplı bugünlerde. Deniz mütemadiyen yüksekçe dalgalanıp köpürüyor, duruluyor ve yine dalgalanıyor. Denizin dalgalarına mukabil vapurlar ve gemiler hiç durmaksızın hareket halinde. Martıların da yazınki kalabalık ve cıvıltısından eser yok şimdi.
Birçok insan geçiyor önümden. Oldukça yavaş yürüyen seyrek beyaz saçlı bir ihtiyar gördüm; alnında derince üç çizgi var, ayrıca göz kenarlarında, dudak çevresinde ve dahası. O an öyle geldi ki, ihtiyarın yüzündeki çizgileri birleştirince niyeyse kainatın sırrını bilen, bir yanı neşeli, bir yanı hüzünlü, diğer yandan söyleyeceği çok şey var da anlatacak, dinletecek kimsesi yokmuş gibi, hayattan umudunu kesmiş gibi biri beliriverdi gözümde. Ben bunları düşünürken usulca geçivermiş ihtiyar önümden.
Aradan ne kadar vakit geçti bilmem ellerimin iyiden üşüdüğünü hissettim. Yıllardır eskitmeden giydiğim amcamın Avrupa'dan getirdiği, haki yeşili, içi yünlü parkamın derince iki cebine sokuyorum ellerimi. Başıma da bu havalarda hemen hemen her gün taktığım beremi geçirmişim. Nice vakit sonra da oturmaktan sıkıldığımı fark edip ayakkabılarımla uyumlu taba rengi, deri çantamı da alıp kalkıyorum. Öylesine dalmışım ki eve gitmeyi aklımdan dahi geçirmemişken evin yakınlarındaki oteli işleten Ermeni kadını görünce eve yaklaştığımı fark ediyorum bir an. Değişen bu şehre, sokağa, defalarca yenilenen otele rağmen bu kadın, adeta zamana meydan okuyordu. Ta çocukluğumdan hatırladığım bu çehrede değişimden zerrece eser yoktu. Bir an göz göze geliyoruz ve selamlaşma namına kafamızı hafifçe öne eğip latif bir gülümseme armağan ediyoruz birbirimize. Alelade neredeyse her gün yaptığım selamlaşmalardan sonra eve giden yolu uzatmak için arka sokaktaki sahafların önünden geçiyorum. Gençlik yıllarımda bin bir heyecanla, keşfettiğim yeni yeni kitapları almak için uğradığım sahalar sokağındayım. En çok uğradığım dükkan ise kocasından kalan dükkanı onun yerini aratmayacak şekilde idare eden eski komşumuz olan kadının dükkanıydı. Çoktandır uğramadığım, ayrıca yeni bir kitap almak isteğim olduğu için de bu dükkana giriveriyorum hızlıca. Kadın içerideki birkaç müşteriyle ilgilenirken ben de raflara göz atıyorum. Arkada cızırtılı bir plaktan Al Yazmalım fon müziği çalıyor. Kitap kokularının her bir zerreme kadar işlediğini hissedip müziğe kaptırıyorum kendimi. Neden sonra gözüme çarpan ve ilgimi çeken bir kitabı almaya karar verip sahaf kadına doğru ilerliyorum. Bu kadın Ermeni otelcinin aksine yaşına göre fazla büyükçe gösteriyordu. Fakat cami bezemelerini andıran desenli eşarbının ön kısmından çıkan saç tutamı, çehresine nazaran oldukça gür ve siyahçaydı. Birkaç hal hatır sohbetinden sonra kitabı alıp havanın iyice soğuyup kararmasından ötürü eve gitmeye karar veriyorum.
Bahçenin solmuş kahverengiden paslanmış demirli kapısını istemeden fazlaca gürültüyle açıyorum. Evin içine girdiğimde dışarıdan pek de farklı olmayan havadan dolayı ısınmak için siyah kuzine sobayı küçük bir çıra ve kibritle tutuşturuveriyorum. Parkamı ve şapkamı, boyası yer yer dökülmüş uzun, boy askılığına asıyorum. Neredeyse ısınmış olan oda, beni, hem günün yorgunluğundan arındırmak hem de güzel bir rüyaya daldırtmak istercesine yavaşça uykuya sürüklüyor. Göz kapaklarım ise gittikçe aşağı iniyor, iniyor ve sonunda gündüzki ağaçlardan sonbaharın emriyle düşen yapraklar gibi ruhumun sonbaharında usulca aşağıya düşüveriyor.

Yorumlar