Bir Abide Şahsiyet Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı ve Millî Marş’ı Değiştirme Çabaları/ Veysel Emin Şahin





İstiklal Marşı'nı Değiştirme Çabaları ve Milli Şair'de DirilmekYazar: Bekir Şahin, Caner Arabacı Yayınevi: Çizgi Kitabevi


İstiklal Marşı'nı Değiştirme Çabaları ve Milli Şair'de Dirilmek adlı eser yakın tarihimize ilişkin önemli bir gerçeği ortaya koydu: Mehmet Âkif Ersoy’un yazdığı İstiklâl Marşı’nı değiştirme çabaları olmuştu. Milletin marşı değiştirilebilir miydi? Kitabı ilgiyle okudum. Notlar çıkardım. Hem Mehmet Âkif hakkında hem de İstiklâl Marşı’na yönelik girişimler hakkında özet sayılabilecek bir metin hazırladım, faydalanacağınızı umuyorum.


Eskiden, “Şairleri haykırmayan millet, sevenleri toprak olmuş çocuk gibidir” denilirdi. Şimdilerde bu tür sözleri dile getiren pek görülmüyor. Her halde millî şair eksikliğini hissetmekle ilgili bir durumdur.


Âkif, “kadın ve aşk şairlerinin” İstanbul’da, işgalci güçlerle iç içe yaşadıkları dönemde Anadolu’ya geçerek milletinin yanında olmayı, onun haykıran sesi olmayı tercih etti. Okumuş aydın, önde gelen gazeteci, siyasetçi, yazar takımının mandacılığı savunduğu zamanda millî bağımsızlık için Anadolu’nun tozlu yollarını adımlamayı, kahve kahve, cami cami dolaşarak milletin dirilişi için çalışmayı uygun buldu.


Bu minnetle anılması gereken gayretlerin harcandığı dönemin üstünden yüz yıla yakın zaman geçse de, bir asır önce saldıranların saldırıları durmadı. Onlar, İslam âleminin, Türk dünyasının önderi durumunda olan Türkiye’yi çökertmek için çok yönlü saldırılarını sürdürüyorlar.


Âkif, bir yıkım dönemi aydını. Daha beş yaşında, dünyayı yeni tanımaya başlarken Osmanlı-Rus Harbi ortamını yaşamak zorunda kaldı. Doksanüç Harbi denen o netameli günlerde, Rus orduları İstanbul önlerine geldi. Hatta Yeşilköy’e bir Rus Zafer Anıtı dikip yerlerine hatırlatıcı bırakarak döndüler. Yemen, Balkanlar, Kafkaslar sürekli kaynıyordu. Bunlar, babasının ölümü, evlerinin yanmasından daha sarsıcı idi. Felaketlerin ardı kesilmiyordu. Âkif’in hayatını, onu kuşatan ortamı görmeden ele almak mümkün değil. O, devletin yıkılışını, vatanın işgalini, değerler ve kültürde çöküşü yaşadığı halde özünden savrulup giden, işgalcilerin aleti olan okumuşlar gibi savrulmadı. Zor zamanların bir model insanı oldu.


ANNE-BABA YÖNÜNDEN ŞANSLI ÇOCUK

Mehmet Âkif’in doğumu da vefatı da İstanbul’da ve Aralık ayındadır. İstanbul’un Fatih semtinde 20 Aralık 1873 tarihinde doğar (ölümü, 27 Aralık 1936). Ulemadan bir babanın oğludur. Babası, Fatih Medresesi Dersiâmlarından İpekli Mehmet Tahir Efendi’dir. Annesi Buharalı Emine Şerife Hanım’dır

İlköğrenime Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başlar. Sonra Maarif Nezaretine (eğitim bakanlığı) bağlı ibtidai (ilkokul) ve Fatih Merkez Rüşdiyesini (ortaokul) bitirir. Ortaokulda en çok edebiyat öğretmeni Hoca Kadri Efendi’den etkilenmiştir.


ÖĞRENME AÇLIĞI
Âkif’in yetişmesinde okul dışında aldığı derslerin katkısı büyüktür. Anadili olan Türkçe yanında Arapça, Farsça, Fransızcayı bilmektedir. Öncelikle babasından, dini bilgiler başta olmak üzere Arapça öğrenir. Fatih Camii’nde İran edebiyatının klasik eserlerini okutan Esat Dede’nin derslerini takip eder. Yenikapı Mevlevihanesinde Mesnevi okur.

Âkif, öğrenim itibariyle, ilk gittiği mahalle mektebi dışında bütün okulları, ibtidaî, rüştiye, idadi (lise), Baytar Mektebi gibi Batı tipi eğitim kurumlarında okumuştur. Babası, ilmini davranışlarına yansıtan, inancında samimi, temizlik konusunda üst derecede hassas birisidir. Annesi, yardım yapmayı seven, ahlâk abidesi bir kadındır. Babası, lise döneminde iken vefat etmiştir. Ardından evleri yanar. Böylece Âkif, hem babasız, hem yandığı için evsiz kalır. O, erken olgunlaşmasını sağlayan acıları, eğitim çağında yaşamaya başlamıştır. Evsiz oldukları süre içinde, kendilerine ocaklarını açan bir aile dostlarının evinde yaşarlar. Bu arada babasının vefalı ve varlıklı bir talebesi, onlara bir ev yaptırır. Böylelikle yeni evlerine geçerler.


Artık Âkif için, ailenin sorumluluğunu alma dönemi gelmiştir. Yeni açılan Halkalı Baytar Mektebi’ne girer. Buradan mezun olur olmaz da işe başlar. Yükseköğrenimde de normal derslerle yetinmemiştir. Her fırsatta özel dersler alarak ilim, irfan yolculuğunda kendisini geliştirir. Şiire meraklıdır. Güreş, yüzme başta olmak üzere spora, müziğe ilgisi yüksektir.

Millî onuru korumada hassastır. Öğrenci iken, azman yapılı bir Ermeninin, Baytar Mektebi bahçesinde bir Türk genci ile güreşini seyreder. Ermeni, güreşte normal yendiği halde işi centilmence bırakmamıştır. Türk gencini, ağzından burnundan kanlar boşaltıncaya kadar ezmiştir. Bu durumu görünce dayanamaz, iri Ermeni gencine, güreş teklif eder. Sonra okul bahçesinde yapılan güreşte Âkif yener. Yalnız Ermeni gencini, yıktığı yerde bırakmaz. Fakülte kapısına kadar yerde sürüyerek getirir. Bunu ders olsun diye ve ezdiği öğrencinin karşılığını vermek için yapmıştır.

YAZAR ve ŞAİRLİĞİ

Âkif, küçük yaştan itibaren şiire ve yazmaya çalışmıştır. Şiir ve yazıdaki çabası onu, Sıratımüstakim ve Sebilürreşad başyazarlığına taşır. Ayrıca Balıkesir’de yayımlanan Ses gazetesinde de yazar. Şiirleri birçok yerde yayımlanır.

ANKARA’DA İSLÂM BİRLİĞİ KONGRESİ KOMİTESİ

Âkif, milletin bazen haykıran, bazen ağlayan, inleyen sesidir. İstiklâl Marşında, ümitli gürlerken, Bursa’nın işgalinde ıstırap içinde matem tutar. Ama her haliyle milletinin yanındadır:
“Hayır, senin hakkın değil… Matem benim hakkım
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım!
Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!

Âkif, temel inanç itibariyle ömür boyu zikzak çizmemiş bir karakterdir. İslâm inancı düşüncelerini şekillendirmektedir. Bu yüzden, ırkçılık çizgisine doğru kaymayı, inancın reddi görür: “Müslümanlığa veda etmedikçe kavmiyet davasında bulunamazsınız, kavmiyet gayretine düştükçe de Müslüman olamazsınız” der. İslâmcılığı, gelenekçi yapıda değildir. Moderndir. “İslâmî modernleşme” görüşündedir. “Alınız ilmini Garbın, alınız san’atini; / Veriniz hem de mesainize son sür’atini. / Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; / Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin..” demektedir. “Tek dişi kalmış canavar”ın ilmi, sanatı; hangi esaslara göre alınacaktır? Bunu da düşünmüştür. “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” derken, dinin özü ile asrın gelişmelerini takip ve ilişkiye geçirme görüşündedir.




MİLLÎ MÜCADELE’YE KATILIŞ

Millî Mücadele dönemi, aslında Türk Milleti’nin de Hıristiyan Medeniyeti’ninin de birer sınavıdır. Osmanlı Devleti fiilen tarihe karışmış, başkenti dâhil bütün vatan toprakları işgal veya kontrol altına alınmıştır

Âkif, bir şair hassasiyetinin, hatıra getirebileceği bütün inceliklere sahip olmasına rağmen, yeri geldiğinde müheykel bir savaş adamı gibi kararlı, ayağı sabit kalabilen bir şahsiyettir. Kişiliği oturmuş, dostluklarına sadık, sözünün eridir. Aynı zamanda doğru sözlüdür. Bütün o özellikleri ile birlikte, vefa duygusunu insan olmanın gereği gören bir tabiilikte benimseyip yaşayan birisidir. İlme, öğrenmeye sürekli açık, gelişmeye, ilerlemeye âşıktır. Altmış üç yıllık ömrü boyunca, tavrından, tercihlerinden, inanç ve ideali doğrultusundaki çabasından dolayı; dostlar kadar düşmanlar da kazanmıştır. Âkif, millî konularda hassas bir vatanseverdir.


İSTİKLÂL MARŞI

Milletin geleceğinden, vatanın bağımsızlığından genelde ümidin kesildiği günlerdi. Saygın mevkilerde bulunan insanlar, milletin “mezarını kazmakla” meşguldüler. Mandacılık almış yürümüştü. Emperyalistlerin istediği de böylesine bir yılgınlık atmosferidir. Yılgınlık bulutlarının yırtılıp dağıtılması gerekmektedir.

Âkif, İstiklâl Marşı’nı, o asla mağlup edilemeyecek olan “Türk’ün öz imanı”nın sesini dile getirmek için kaleme alır. Bunda samimidir. İnancı tamdır. Telkinleri de bu doğrultudadır.

Marşın yazılış seyri bellidir. Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey (İnönü) Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur’a başvurarak, “Millî heyecanı koruyacak, millî azim ve imanı manen besleyerek zinde tutacak Marseyyez örneğinde bir millî marş”ın hazırlanmasını teklif eder.

Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı), şairlerimize müracaat ederek bir millî marş yarışması açar (7 Kasım 1920). Teşvik için ödül konur. Birinciliği kazanan şaire, 500 lira mükâfat verilecektir. Süre dolduğunda, Bakanlığa 724 marş gelmiş, bunlar içinden altısı seçilmiştir.

Maarif Vekili Hamdullah Suphi, Mecliste Hasan Basri’yi gördüğünde, yedi yüzden fazla marşın geldiğini, bunlardan hiç birini beğenmediğini, Âkif’i marş yazmaya ikna edip edemeyeceğini sorar. Zira Âkif, kendisine defalarca söylenmesine rağmen; “Ben ne müsabakaya girerim, ne de caize alırım!” diye kestirip atmıştır. Sonra Akif ikna olur ve milli marşı yazmaya karar verir.

Kaldıkları evde Âkif, İstiklâl Marşı’nı bitirdiğini haber verir. “Kahraman Ordumuza” ithaf edilen şiir, Sebilürreşad’ın 17 Şubat 1921 tarihli sayısında, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk sayfalarında yayınlanırHer kesimin marştan haberi olmuştur. Sıra mecliste görüşülüp kabul edilmesindedir. Hamdullah Suphi şiiri beğenmiştir. Mustafa Kemâl başkanlığında toplanan Meclis’te, ilk defa şiir 1 Mart 1921’de okunur. M. Kemal Paşa, önce Mütareke’den itibaren bir yıllık gelişmeleri hatırlatan heyecanlı bir konuşma yapar. Konuşmanın son kısmı, büyük felaketler görmüş vatanın, hayırlı bir sabahta uyanmasına dua ile bitmektedir: Ardından Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın, milletvekillerinin konuşmaları üzerine marşa geçilir.

Heyecan içindeki milletvekilleri, Meclis başkanı da marşı, ayakta dinlemekte ve alkışlamaktadır. Zor şartlarda istiklâl mücadelesini yürüten Meclis, marşı dört defa dinler vee alkışlarla ve ekseriyeti azime ile kabul eder.

İstiklâl Marşı’nın kabulüyle 500 liralık, “kazanana verilecek olan mükâfat, meclis kasasında kalamayacağı” gerekçesi ile kendisine verilir. Fakat Âkif, parayı olduğu gibi, “Fakir İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek, onları yoksulluktan kurtarmak” amacıyla kurulmuş olan “Dârülmesai” adlı derneğe yatırmıştır. Gerçekten ilk Meclis’te; hiçbir konuşma, hiçbir hareket İstiklâl Marşı kadar alkışlanmamıştır. Muhalifi, muvafığı, farklı kanaat sahipleri ile Meclisi bu kadar birleştiren bir başka millî mutabakat metni de bulunmamaktadır. Bu yüzden Âkif, İstiklâl Marşı’nı milletin malı olarak görmüş ve hayatta iken, şiirlerinin bulunduğu külliyatı Safahat’ına almamıştır.


ANKARA’DAKİ EVİ, YAŞAYIŞI

Âkif, Ankara’ya gelince doğru Taceddin Dergâhı’na inmiştir. O sıra Ankara’da kalacak yer, “mesken buhranı” olduğu için herkes bir tarafa sığınmaktadır. Taceddin Şeyhi, özel bir hürmetle, dergâhın iki odasını üstada tahsis etmiştir. Burası, “eşraftan birinin adeta selâmlık dairesi” gibidir. Ufak bir köşk tipinde muntazam yapılmış, içi dışı boyalı, döşenip dayanmıştır. Güzel ve geniş bir bahçesi, içinde türlü türlü meyveleri vardır.

Âkif, Ankara’daki bütün şiirlerini, İstiklâl Marşı’nı, bu dergâhta kaleme almıştır.

Âkif, dergâhı okul gibi de kullanmaktadır.
Âkif, nikbin, hareketli bir insandır. Ankara’da spora ilgisini kesmez. Yaya yürümeyi sevmektedir. Bir defasında, İstanbul’dan sevdiği birisi olan Hüseyin Kâzım Bey gelmiştir. Görüşürler. Ankara’dan uğurlayacakları vakti de kararlaştırmışlardır. Hasan Basri ile uğurlama yerine geldiklerinde, yaylı araba ile misafirin ayrıldığını öğrenirler. Arabacının ısrarı üzerine misafir, bekleyememiştir. Âkif, kırk beş dakika önce ayrılan arabanın peşine düşer ve yaklaşık altı saat sonra döner. Yaya olarak arabaya yetişmiş, vedalaşmış ve üç saatte de geri dönmüştür. Gürbüz, tunç gibi birisidir.

Millî Mücadele hareketi, İslâmcı, milliyetçi, batıcı fikir akımlarını birleştirmiştir. Bu harekette özellikle İslâmcı unsurların ağırlığı vardır. Meclisin dörtte birini, ulema kökenli milletvekilleri oluşturur. “Hilâfet ve sultanlık gibi popüler semboller halkı direnişe sevk etmek için kullanılır”. Fakat hareketin başarıya ulaşmasından sonra, yakalanan uyum biter. Batıcı kadrolar, uyumu ortadan kaldırmışlardır. Ardından ilk Meclis, 1 Nisan 1923’te feshedilir. İkinci meclisin seçiminde aday gösterilmeyen Âkif, Mayıs 1923’te ailesi ile birlikte İstanbul’a döner. Beylerbeyi’nde Çakaltepe’de bir eve yerleşir.


Ankara’dan dönerken yanında yalnız iki önemli hatıra getirmiştir: İstiklâl Madalyası ve bir mavzer tüfeği. Madalya ve tüfek, İstiklâl Marşı şairinin üç yılı aşan sürelik hizmetlerinin en değerli mükâfatıdır. Şair, ikisine de çok kıymet vermektedir. Ama maaşsız, işsizdir. Üstelik emeklilik aylığı son demlerine kadar on bir yıl bağlanmayan Âkif, bundan sonra kışları Abbas Halim Paşa ile Mısır’a, yazları İstanbul’a gider. Ardından gönüllü sürgün yılları gelecektir. Sıkıntı ve borç içinde son yıllarını geçirir.


BATI MEDENİYETİNE BAKIŞI

Âkif, batı ilim ve irfanına duyduğu sempatinin nereye kadar uzandığını saklamaz. Onun iç dünyasında bazen Kur’an’ı okurken, “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol..” (Tevbe: 73); “Onlar sizde büyük bir azm ü şiddet bulsunlar..” (Tevbe: 123); “Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar –sen onların dinine uyuncaya kadar- asla senden hoşnut olmaz(lar)..” (Bakara: 120); “..mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu..” (Maide: 54) gibi ayetlerde kendi kendine şöyle sormuştur: “Acaba sâir milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan akvam hakkında daha merhametkâr olmak icap etmez miydi?” gibi düşüncelere dalmıştır.

Model insanı Asım’ı Avrupa’ya, Berlin’e gönderen Âkif, Süleymaniye Kürsüsü’nde, Avrupa’nın ilmini, sanatını almayı; sanatın-ilmin milliyeti olmadığını, büyük gayretle çalışılması gerektiğini öğütler. Âkif, Avrupa hakkındaki bilgisini, zaman zaman karşısında inat eden bazı okumuşlara karşı kullanır. Yalnız bunu, mizahi bir üslupla yapar. Hasan Basri’nin anlattığına göre, karşısındakine; “Durun, ben size ‘Avrupa âyetleri’ okuyayım”, der. Üzerinde konuşulan konuda, Avrupa bilginlerinin neler dediklerini, “hangi memleketlerde o meselenin ne surette tatbik edildiğini sayar, döker, nihayet muhatabını yola getirirdi.


MARŞ DEĞİŞTİRME ÇABALARI

İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbi’nin aziz bir yadigârıdır. Millî Mücadele sırasında TBMM’since kabul edilip benimsenmiştir. Fakat nedense Cumhuriyetin kabulünden sonra defalarca marş yarışları açılır. Muhittin Nalbantoğlu, İstiklal Marşımızın Tarihi, adlı eserinde; Millî Marşın kırk iki yılda yirmi bir defa değiştirilmek istendiğini belirtir. “Dindar bir adam yazmıştır” diye, İstiklâl Marşı’na pek çok saldırı yapılır. Ama hiç bir teşebbüs başarılı olmaz.
Millî marşı 1925’te değiştirme çabasını, tek başına bir gelişme değildir. Aslında marş işi, büyük çaplı kültür ve medeniyet değiştirme projesinin, bir parçası gözükmektedir. Marş değiştirme faaliyeti açıklanmadan önce garip bir şekilde Âkif ve yakın çevresi kıskaca alınır. Yapılanlardan birisi, hiç ilişkisi olmadığı halde, Âkif’in başyazarı olduğu derginin, bir isyanla ilişkilendirilerek kapatılmasıdır.

İstiklâl Marşı muhtevası içinde haykırdığı temel değerlerin, değiştirilmesini isteyen, Avrupanın kültürel temsilcileri rolündeki kimseler ise, İslâm Medeniyeti ortadan kaldırılmadan, Avrupa (Hıristiyan) Medeniyetinin gelemeyeceğini bilmektedirler. Onun için İstiklâl Marşı’na yöneltilen eleştiriler, edebi yönüne değil, asıl muhtevasınadır. Temelde, “Hak, Hakk’a tapmak, ezan, din, şehitlik, hilâl” gibi kavramların yer aldığı bir metnin, millî marş olamayacağı öne sürülür.


Bu itirazları yükseltenlerin temel gerekçesi; marşta Batı Medeniyetine, “tek dişi kalmış canavar”, “alçaklar” denilmesidir.


İstiklâl Marşı’nın sözlerini değiştirmek üzere Cumhuriyet devrinde, ilk defa 13 Kasım 1925 tarihinde güfte yarışması ilân edilir. Millî Eğitim Bakanlığının, millî marşı değiştirmek için açtığı yarışma metninde, Büyük Millet Meclisi’nin Millî Mücadele heyecanıyla, coşkun bir şekilde kabul ettiği şiirin niçin değiştirilmek istendiğinin açıklaması yoktur. Ancak nasıl bir güfte istendiği belirtilirken ifade edilen; “vakarlı, ümit saçıcı, ruhu yükseltici olma, açık bir Türkçe ile veciz surette” yazılma, “Türklüğün varlığını, büyük mazisini ve daha büyük istikbâlini ifade etme” ve “muhtasar olma” isteği, bazı ipuçlarını verir. Peki, sevilen bir millî marşın, uzun olması değiştirilmesini gerektirir mi?


Burada bir ikiyüzlülük, hatta saklı bir utanç, örtülü bir şekilde itiraf edilmekte değil midir? İstiklâl Marşı varken, o zaten millî bir marşken, niçin “Millî Marş” adı altında yarışma açılmıştır? Görüleceği gibi, ilân muhtevası, tatmin edici açıklamadan, yeterli gerekçe göstermekten uzaktır.


Ancak 1925’ten sonra Türk bestekârları ısrarından da İstiklâl Marşı’nın millî marş oluşundan da vazgeçilir. Matbu “Maarif Vekâleti Müsveddeliği” üst başlığını taşıyan ve Başbakanlığa hitaben yazılan altı sayfalık belge, işin aslını çözecek mahiyettedir.

Belgeler, Konya Yazma Eserler Bölge Müdürlüğü Kütüphanesinde saklanmaktadır. Şartname, gerekçeyi de mevcut zihniyeti de ortaya koymuş, İstiklâl Marşına yöneltilen eleştiriler, metin içine sindirilmiştir: Batı Medeniyetine “canavar” deme, “Türk” kelimesinin geçmemesi, lidere şükrane yokluğu, uzunluk.

Açılan yarışmaya, gelen eserlerden, İstiklâl Marşı’nın kıyas kabul etmeyen üstünlüğü bir daha anlaşılmıştır. Bu yüzden 1925-26’daki İstiklâl Marşı’nı değiştirme çabası, başarısız kalır.


Mehmet Âkif ve muhteva yönünden İstiklâl Marşı ile kavgası olanlar, her devirde çıkmıştır. Fakat bilindiği kadarıyla 1938 sonu itibariyle bir daha Millî Şef olarak ne ikinci cumhurbaşkanı İnönü, ne de ekibinde yer alan Başbakan Refik Saydam, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesi fikrine sıcak bakmamışlardır.

İstiklâl Marşı’nın değiştirilmek istenmesi yolundaki her türlü teşebbüs başarısız kalmıştır. Başarısızlıkların sırrını, şiirin doğrudan kendisinden ziyade, Âkif’in ölüm döşeğinde, belki son takatini harcayarak söylediği sözlerde aramak doğru olacaktır: “O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde halâs (kurtuluş) dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam.. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir, artık benim değildir. O milletin malıdır.”

Âkif’in sözleri; gençliğimiz, okumuşlarımız tarafından bir vasiyet gibi anlaşılmalıdır. Zira, “Milletin malı” olmuş bir değerin, bu vatanın evlatları tarafından, bir kutsal emanet gibi korunması kadar tabii tutum ne olabilir?


KARAKTER ÂBİDESİ

Âkif’in, dost, düşman herkes tarafından teslim edilen özeliklerinden birisi, dürüst, doğru sözlü karakteridir. O, bu yüzden “karakter abidesi” olarak anılır. Doğru sözlülük, onda bir tutkudur. “Sözüm odun olsun doğru olsun tek” cümlesi, hiçbir eğip-bükmeye meydan vermeden Âkif’in doğruluk-dürüstlük yanını yansıtmaya yetecek mahiyettedir.
Âkif’in birinci özelliği, vatanperverliğidir. Balıkesir Zağnos Paşa Camii’ndeki hitabesi yüzünden, yegâne geçim kaynağı olan memuriyetten azledilmiştir. İstanbul’dan çıkıp, Ankara yolunu tuttuğu zaman, “keseciğinde otuz altı kuruş parası” vardır. O haliyle, heyecandan ailesini bile unutmuştur. Basılıp yurt çapında dağıtılan Kastamonu Nasrullah Cami konuşması, millî davanın esaslarını verdiği gibi, vatanperverliğinin en kutsî ifadelerini içermektedir.

Âkif’in ikinci en önemli özelliği, “kâmil bir mümin” olmasıdır. İnsanlığın ıstırabını, elemlerini duymuş, İslâm ümmetinin meselelerini terennüm etmiştir. Bütün bunları yaparken de riyakârlıktan nefret etmiştir. Âkif, çocukla çocuk, büyükle büyük olabilen, yumuşak tabiatlı bir kimsedir. Ama aynı zamanda da gazaplıdır. Ruhunda esen fırtınalar, davranışlarına zaman zaman yansır. Haksızlığa dayanamaz, zulme düşman, mazluma yardımcıdır. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem, Gelenin keyfi için geçmişe kakıp sövemem” derken samimidir. Eğilmeyen biridir. Dergi yazıhanesinde kuru fasulye yerken, bir bakandan selam getirerek, yazılarında o kadar ileri gitmemesini nazikçe söylemek isteyen bakanlık görevlisine sözü önemlidir: “Ben fasulye aşı yemeğe razı olduktan sonra kimseden korkmam!” İkinci Meşrutiyet devrinde bu tutumu yüzünden, başyazarı olduğu dergi defalarca kapatılmış ama o, dürüstlükten yana koyduğu tavrını değiştirmemiştir. Âkif, “sırtında yazlık bir ceket, ayağında ütüsüz bir pantolon, onun üstünde yemenici işi, topukları beyaz bir çamurluk, kırarmış lastik bir ayakkabı, kalıpsız bir külah ile giyinmiş, kalender kıyafetinde bir adam”dır.


İSLAM BİRLİĞİ YÖNELİŞİ

Yalnız Âkif de dönem insanları gibi arayış içindedir. Onun arayışı, Türkiye’nin İslam âleminin kurtuluşu ile ilgilidir. Çıkış yolu geliştirme, siyasi yöntem üretme ile ilgilidir. Değilse düşünce ve inanç yönüyle istikrarlıdır. Onun temel doğruları vardır. Baytar Mektebini bitirip memur olduktan sonra, Kur’an’ı ezberleme işini bitirip hafız olmuştur. Hatta ilk yıllar, yatsı-teravih namazlarında gönüllü görev alıp hatimle namaz kıldırarak hıfzını sağlamlaştırır. Temel doğruları vardır. Çünkü ezberlese de Kur’an’ı anlamakta, onu “asrın idrakine söyletmeyi” düşünmektedir. İnancında yürekten ve samimidir. Dinin, samimiyetten ibaret olduğunun bilincindedir.

Âkif İslâm Birliği düşüncesini, satırlarına sindirmiştir:

“Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan! / Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü! / Dinle peygamber-i Zişan’ın ilahi sözünü
Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir! / Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.”

Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir / Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir

Değil mi ki koşan Çerkez’in, Laz’ın, Türk’ün / Arap’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün”
Birlik olmak zorunludur. Çünkü Haçlılar göz açtırmayan bir “kanlı kâbus” gibi çullanmaktadır. Ama Müslümanların ölü gibi durmaları, saldırıyı kolaylaştırmaktadır. Âkif, birlik ister, fakat durumun ne olduğunu da bilmektedir. Hayalci değildir:
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm: Yer yer / Harab iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar; / Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar”
Onun için bir çare bulunmaktadır, çalışmak:
“Çalışmak !... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla. / Alınlar terlesin, derhal iner mev’ud olan rahmet.”
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol…/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”
Âkif, İslâm Birliği düşüncesini, dostu Abdürreşid İbrahim üstünden anlatır. İslam Birliği’nden anlaşılması gereken, bütün İslâm dünyasının birleşmesi değildir. Müslüman toplumların işbirliği yapması, zor günlerde birbirlerine yardımcı olmaları, Batı saldırganlığına karşı ortak hareket etmeleridir. Bütün bunların gerçekleşmesi için bir ülke liderlik yapmalıdır. O lider ülke, Türkiye’dir. Bunun için de Türkiye’nin güçlü olması gerekmektedir. Güç ise, bilim ve teknolojinin geliştirilmesinden cehaletin yenilmesinden geçmektedir.

VEFATI

Âkif’in vefatı ayrı bir dramdır. O, rahatsızlığı artınca, 1935 Temmuz’unda Cebel-i Lübnan’a gitti. Oradan Antakya’ya geçti. Mısır’a geri döndüğünde çok sıkıntıda idi. Görüştüklerine: “Korkuyorum, buralarda öleceğim de memleketime gidemeyeceğim” demişti. Ama hayalini kurduğu ülkesine son günlerini geçirmek üzere gelip kavuştu. Alemdağı’nın sakin, tenha çamlıklarında, serin gölgelikleri altında yaşayacak, berrak sularından içecekti. Ama buraya, “bir hasta bakıcının refakatinde, davul gibi şiş bir karın, etleri erimiş bir külçe kemik halinde” gelebildi.

Millî şaire, resmî zevatın uzak durduğu, kuşkulu baktığı, hatta ürktüğü günlerdi. Prens Halim, ona yüksek bir ilgi ve şefkat gösterdi. Kendi otomobilini tahsis ederek Alemdağı’ndan otomobil içinde vapurla karşıya gidip-gelmesini sağladı. Âkif böylece karın ve ciğerlerinde toplanan suyu, on beş-yirmi günde bir aldırıp kendini toparlamaya çalıştı. Ama tasarladığı eserlerini yazacak mecali bulamadı. 27 Aralık 1936’da vefat etti. Gençliğin, haber aldığı çıplak tabutu, Albayrak’la sarılarak yine hiç resmi kimse olmadan gençlerin omuzları üstünde Edirnekapı’ya, ebedî istirahatgâhına götürüldü.


Ona son anda sahip çıkan gençliğin, artık düşünüp-tasarladığı, planlar kurduğu eserlerinin diriltilmesine de sahip çıkması gerekmektedir.





Yorumlar