KEENLEMYEKÛN / Nida Nur IŞIK



Kelimelere âşık bir kadın... Gökyüzünde açmasını istiyor papatyaların, keenlemyekûn hatrına. Papatyalarla keenlemyekûnü birbirine karıştırmaması gerektiğinin farkında; ama yapamıyor. Dünyanın güzel bir yer olduğunu ispatlarcasına açan papatyalara hayran, bir o kadar da keenlemyekûnü yakıştırmış kendine. Hiç olmamış gibi, yokmuş gibi. Duygularının tarifi yok. Bir araya gelişlerine ve ifade ettikleri şeye aşık.

Kelimeler... Her yerdeler... En çok da düşlerinde, günlüğünün karanlık sayfalarında ve içinde. Öksürse, gün ışığı hissini anlatacak; uyusa, sonbaharda esen rüzgârın tenini öpüşünü. Anlatamıyor, anlatamaz. Sonbaharı çoktan yüreğine gömmüş, rüzgârına muhtaç. Tenini öpen rüzgarın, ruhu sonbaharda kuruyan sevgilisinin olmadığını kabullenemiyor. Her Ekim’de kurumuş ağaç yapraklarını, sevgilisinin yapraklar kadar kurumuş olan ruhuna armağan ediyor. Bunu tekrarlayışının beşinci yıl dönümü ama her şeyi iki gün önce yaşamış gibi suskun.

Yüreğiyle konuşuyor sadece. Yüreğine ağlıyor ve yine yüreğine gülümsüyor. Herkesten, her şeyden soyutlamış kendini. Dışarı çıkmıyor, kurabiye yapmıyor, balkonunda dertleştiği papatyalara küsmüş. “Küsmek yok Aureliano, ağlamak yok, yalnızlık yok. Hadi ama! Seninleyim.” Hayat bu ya; Aureliano da artık yok, bıyıklarını sevdiği kedisi Payiz de. Sevgi savurganlığı yüzünden terk edilmiş, nihayetinde yalnızlıkla bütünleşmiş. Kaç gündür yemek yemediğini dolapta iki hafta önce aldığı ciğer hatırlatıyor. “Payiz! Buna bayılacağını biliyorum. Evet bir ziyafet. Ciğer!.. Payiz ?” Bari kedisi kalsaymış.

Aureliano’yu iki günde bir rüyalarında ziyaret ediyor. Sadece rüyalarında. Onu hatırlamamak için uykuyu reddediyor dayanabildiği sürece. İkinci günün sonunda yenik düşüyor nefsine. Ve yine rüyalarında sakallarından öptüğü adam. Neden diyebiliyor sadece, bakamıyor gözlerinin içine. “Benimleydin?” Evet hâlâ seninle Aureliano. Ruhu hep seninle. O sözünden dönemez, kimsesi yok. Kedisi Payiz bile.

Saat 04.28. Gök hafif alacalı, sokak lambaları henüz sönmemiş. Üşüyerek uyanıyor bu sabah. Sonbahar da bu sene erken gitmeye meyilli. Papatyaları geliyor aklına. Tıpkı kış gibi bembeyaz... Uzun süredir kullanmadığı mutfak masasına yerleştiriyor siyah saksıdaki papatyaları. Fazlaca su döküyor diplerine, sevgi savurganlığından. Papatyalar fazla suyu sevmezler ki. Öyle ki fazla sevgi görmeyi de. Hemen büküyorlar boyunlarını. Anlaşılan terk etme sırası derdini anlattığı siyah saksılı papatyalarında.

Saçlarını sıkı bir tokayla bağlıyor her zamankinin aksine. Böyle daha hoş bir kadın oluveriyor. Biraz da makyaj. Kendisini güzel buluyor garip bir şekilde. Dışarı çıkıyor. Tabiat, o günkü ruh halini hissedercesine şunları fısıldıyor kulağına: “Dünya durmaz sen üzüldün diye.” Evet, dünya bıraktığı gibi. Hatta daha iyisi. Daha ne bekleyebilir ki dünyadan? Acılardan ibaret değil, tabii mutluluklardan da.

Eve dönmek istemiyor. 05.41, 06.18, 07.50... Esen rüzgardan, çileyen yağmurdan, neşeli çocuk çığlıklarından usanmıyor. Oturuyor bir bankta akşama kadar. Her gördüğü kediyi Payiz’e benzetiyor. Hafif tombulca, uzunca bıyıklı. Yanılıyor. O, bir daha gelmeyecek.

Payiz güz demekti, güz ise sonbahar. Hayat bulmacası gibi. Her yolun sonu buna çıkıyor. Aureliano bulmuştu ona bu ismi. Sorgulamak aklına gelmemiş, anında kabul etmişti Payiz’i. Belki de kulağa hoş gelişinden. Sevmeyecekti artık kedileri, sevmeyecekti kar beyaz papatyaları. Papağan olacaktı onun Payiz’i. Hep konuşacak, yalnız bırakmayacak ve terk etmeyecek. Fesleğen olacaktı onun papatyaları. Sadece onu seveni sevecek, kışın bile yeşil kalacak.

Düşünürken uyuyakalıyor bu defa. Yine Aureliano ve onun fesleğenleriyle rüyasında. Anlaşılan o da sevinmiş değişimine. Fesleğenleriyle anlattı çünkü sevincini. Gök dolusu sarıldı ona. Sonra bulut olup kayboldu. Bu kadar mıydı anlatacakları, ilk miydi sarılışı? Daha fazlasını beklemişti. Aureliano’nun yerine kimseyi koyamıyordu. Tıpkı kelimelere aşık oluşu gibi ona da aşık olmuştu. Ve gideceği aklına hiç gelmemişti.

Söylememişler neden öldüğünü. Bilmiyor gidişi hakkındaki hiçbir şeyi. Bildiği tek şey artık onun olmayışı. Belki sevgisizlikten. “Hiç mi sevmedin Aureliano?” Sevmişti. Hissettiremedi. Şair olsaydı hissettirebilirdi. Veya yazar. Ensesindeki minik gezegenden öperek gösterdi sevgisini. Başka kim böylesine sevebilirdi onu? Cevap yok.

Zaten çoğu sorunun da cevabı yoktu. Ve tabii cevaplayanı da. Aureliano olsaydı cevaplardı belki. Belki de beraber yok etmeyi başarabilirlerdi biçimsiz soru işaretlerini. Beraber. Yazılışındaki pekişmiş anlam yüreğinde uzun zaman önce silinmiş. Ne yazık ki bir daha yeri dolamayacak.
İstediği tek bir şey, dokunmak istediği tek bir kişi var: Kuş olup sakallarını öptüğü adama dokunmak. Yeterince özgür mü peki? Yani kuşlar kadar? Beş yaşından beri bildiği, kuşların yaratılışındaki özgürlüktü. Babası söylemişti bunu ona. Annesinin ruhunun kuşa dönüşüp uçtuğunu. Annesinin ruhu kuşa dönüşebiliyorsa kendisininki neden dönüşmüyordu? Geceleri babasından gizlice gittiği arka sokaktaki gölde bulmuştu sorunun cevabını. Su kuşuydu onun ruhu. “Su kuşları uçamaz, yürekleri sevgi doludur ve kimseyi terk etmezler prensesim. Ne o, şimdi de onlarla mı ilgileniyorsun?” Kendisiyle ilgilenmesine gerek var mıydı sahiden? Hayır. Zamanı gelince yaşayacaktı zaten. Öyle de oldu. Onun ruhu uçamadı, yüreği sevgi doldu ve hep terk edildi. Annesi, babası, Aureliano, Payiz ve tabii siyah saksılı papatyaları. Kendisine benzettiği fesleğenleri de mi terk edecekti zamanı gelince? Ya Payiz’in yerine koyduğu papağanı?

Neyse. Bunları unut Aureliano. Artık eski su kuşu değilim. Kanatlarım oluşmaya başladı, uçmaya hazırlanıyorum. Sana söz veriyorum kendime iyi bakacağım. Sen de bana söz ver ve yüreğini kolla. Ona her zamankinden fazla ihtiyacım olacak. Ekim 15’

Yorumlar