ON DOKUZ / Ali TÜRKALP



















Sonunda akşam olmuş, pazarcılar tezgâhlarını toplamıştı. Hüseyin, marul satarak geçindiriyordu ailesini, daha doğrusu annesiyle kendisini. Yaşıtlarındaki yaşama sevinci pek bulunmazdı onda. Umursamaz, bıkkın bir tavrı vardı. Hayatın zorluğuyla genç yaşta tanışmasından olsa gerek kumral saçlarında beyaz serpiliydi. Orta boylarda, beyaz tenli, sessiz, ahlaklı biriydi. Küçük yaşta yetim kalmıştı. Madenciydi babası. Madende göçük olmuş, babası sağ çıkamamıştı madenden. Belki de bu sebeptendi tüm kırgınlığı.

Annesiyle birlikte yaşıyordu. Çoğu zamanki gibi bugün de yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Kesik kesik uyuyor, otobüsün frenlemesiyle göz kapaklarını saniyelik aralayıp tekrar kapıyordu. Kafasında pazarın uğultusu vardı; kalabalığın zihninde bıraktığı baş ağrısı, bağırtılar, konuşmalar… Bir de bugün satamadığı marulların yarına çürüyeceği endişesi… Üç kuruş için tüm gün ter döküyordu. Üstelik bunca koşuşturmanın ardından, yol parası, yeniden sebze satın almak için ayırdığı bütçe, tezgâhına ödediği derken elinde avucunda bir şey kalmayışı da cabasıydı.
Bir ara gözlerini aniden kocaman açtı ve telaşla camdaki buğuyu silerek otobüsün kendi durağını geçmemiş olması için dua etti. Eviyle pazarın arası oldukça uzaktı, her iki durağın arası da bir kilometre kadardı. Dışarı baktı, binalar tanıdıktı, durağının henüz geçmemiş olduğunu anladı ve derin bir oh çekti. Terlemişti. Koltuktan ağır hareketlerle kalktı, kasvetli kalabalıktan; ayaktaki yolcuların kalk da oturalım bakışlarından, ergen liselilerin hunhar sohbetlerinden, çoluklu çocuklu ailelerin tüm alışverişlerini sığdırdıkları poşet hışırtılarından, kulaklığı amacından saptırmış dağınık gençlerin çılgın müziklerinin arasından sıyrıldı ve nihayet inecek var butonuna ulaştı. Sanki tüm bu insanlar onun moralini bozmak için buradaydı. Otobüs sonunda durağa vardı ve durdu. İnince rahatlamıştı. Terlemişti, dışarısı soğuktu. Bir serçenin suda çırpınışı gibi kafasını salladı, ürperdi.

Aheste aheste kaldırımlara tabanlarını sürtüyordu. Çok sevdiği bir kokuyu duyumsadı, annesi de çok güzel yapardı. Bu koku nohut pilav satan ihtiyarın arabasından geliyordu. Açlığın verdiği dürtüyle elini kadife pantolonunun cebine attı, parmaklarını cebinde gezdirdi ve ancak biraz bozukluk çıkartabildi. Parası da tam tamına yetiyordu, sevindi. Seyyar pilav arabasına yönelmişti ki sokağın köşesindeki eczanenin kırmızı led ışıkla yazılmış ismi gözüne çarptı. Duraksadı, yutkundu ve bozuklukları hızla cebine tekrar atıverdi. Aklına annesi gelmişti, bir haftadır haplarını alamıyordu kadıncağız. Eczaneden annesinin romatizma ilaçlarını aldı ve sisli sokaklar arasından eve geldi.

Zili çalmadı, annesinin uyumuş olabileceğini düşünmüş olacak ki anahtarlarını çıkardı ve kapıyı açtı, içeri girdi. Eskimiş paltosunu üzerinden attı, aynada kendiyle göz göze geldi. Saçlarını sağdan sola doğru düzeltti, kendine gülümsedi ve mutfağa yöneldi, bir şeyler yemek istiyordu. O mis gibi nohut pilavı yemediğine pişman değildi. Işığı açtı ve hiç beklemediği tanıdık bir kalabalık gördü. Arkadaşları, teyzeleri ve annesi karşısındaydı. Hepsi yan yana sıralanmış ona mutlu gözlerle bakıyordu. Hep bir ağızdan ‘'İyi ki doğdun Hüseyin!’' diye bağırıyordu. Hüseyin hiç doğum günü kutlamazdı, babasız bir çocuk için gayet doğaldı bu, şaşırdı... Tüm yorgunluğu uçuvermişti. Kendini tatlı bir gülümsemeye bıraktı. Sadece ‘teşekkür ederim’ diyebildi. Arkadaşlarına ve teyzelerine sarıldı, son olarak da annesine. Annesine ilaçlarını uzattı ve uzun uzun tekrar sarıldı, başörtüsünü kokladı. Huzur dolmuştu. Dostları kendi aralarında topladıkları parayla minik bir pasta almıştı. Kakaolu muzlu, tek kat, küçük bir pastaydı bu, üzerinde Hüseyin’in yeni yaşı olan 19 yazıyordu. Pastanın tabağındaysa “Hüseyin” yazıyordu. Bunlara ağzının açık kalması bir yana yiyemediği nohutlu pilavın acısını fazlasıyla çıkaracağı yemekler de vardı ufak mutfağın tezgâhında. Bunları da teyzeleri ve annesi yapmıştı herhalde. Çok mutlu olmuştu, diğer yandan kendine inanamıyordu, kendi doğum gününü unutmuştu. Teyzeleri mahcup ama bir o kadar da içten gülümsemeleriyle: “Hediye alamadık oğlum kusura bakma.” Dediler. “Ne gerek var teyzem, düşünmeniz yeter de artar…” dedi Hüseyin.

Sohbet koyulaştıkça tüm kederi yok olmuştu. Ferahlamıştı. Belki de hiçbir doğum gününü bu kadar mutlu geçirmemişti. Artık ne çürüyecek marulları düşünüyordu ne de gürültülü pazarı. Yatağa yüreği serinlemiş, zihninde vefalı dostlarıyla, teyzelerinin sevgisiyle, annesinin vazgeçilmez şefkatiyle, içten bir gülümsemeyle giriyordu. Kendi kendine mırıldandı “Demek yaşım on dokuz olmuş, on dokuz…” Tüm yorgunluğu ve mutluluğu ağır ağır uykuya dönüşüyordu. Gözleri ağır ağır yumuluyordu şimdi… Pazardan uzak. Otobüsten uzak. Şehirden uzak…

Yorumlar