SOĞAN TERAPİ / Beyza Nur GÜREL


























“Ölmüş… Ölmüş! Ölsün! Ölmeliydi de zaten! Oh olsun! Çok bile yaşadı, pis herif!”
Kendi kendine söylenerek seleye doğru gitti. Her hafta sonu alışverişten sonra özenle yerleştirdiği soğanların içinden en büyüğünden üç tane aldı. Tezgâha gidene kadar soğanların en dış kabuklarını eliyle soyup avucunda ufalayarak çıkan sesi dinledi. Soğan doğrarken sevdiği tek şey kabuklarının çıkardığı sesti. Ayağını sürüyerek yürüdüğü için giydiği terlikler garip bir ses çıkarıyordu. Bu sesten hoşlanmadığına karar verip terlikleri çıkardı. Beton soğuktu. Bu onu biraz rahatlattı. Az önce bir telefon gelmiş, iki yıldır ayrı yaşadığı ve boşanma davasının henüz sonuçlanmadığı kocasının bir trafik kazasında vefat ettiği söylenmişti. Kendine dahi itiraf etmekten korksa da onu hala seviyordu. Belki de kocasının ölüm haberini alır almaz soğan doğraması gerektiğini düşünmesinin nedeni yemek yapması değil soğan doğrarken neden ağladığını düşünmeye gerek kalmamasıydı.

Taburenin üzerine çıkıp üst dolaplardan çok güzel bir tepsi aldı ve suya tutup tezgâha koydu. Üçüncü çekmeceden büyük, fazlasıyla keskin, tahta saplı bıçağı da çıkarıp soğanları soydu. Kabukları yoğurt kovasından bozma çöpe attı. Soğanı tepsinin üzerine koyup sert bir darbeyle ortadan ikiye ayırdı. Çoktan gözleri dolmaya başlamış, grilerin üzeri bulutlanmıştı.

Tepsi harika bir takımın parçasıydı. Beş yıl önce, doğum gününde kocası almıştı. Tüm takımın içinde en beğendiği parça oydu. Bu zamana kadar ona bir canlıymış gibi bakmış, kendi gözünden sakınmıştı. Son iki yıldır dolaptan hiç çıkarmamıştı belki ama yine de saklamıştı. Artık hiçbir anlamı yoktu çünkü artık bir kocası yoktu.

Tüm bunları tezgâhın mermerine bakarak düşünmüştü. Bıçak boşluğa gelince toparlandı. Doğradığı soğanlara bakınca memnuniyetsizlikle yüzünü buruşturdu. Soğanlar irili ufaklı, garip çokgenler şeklinde olmuş, hiçbiri birbirine benzememişti. Soğanların hepsini tepsinin bir tarafına toplayıp teker teker incelterek diğer tarafına geçiriyordu. Bu zamanını alacaktı ancak bunu hak etmişti. Tüm dikkatini işine vermeliydi. Bu kadar çirkin doğranmış soğanlara evinde yer yoktu.

Bıçağın üstüne bastırdığı işaret parmağı acıyordu ama bastırmaya devam etti. Nasıl olsa ağlıyordu, bunun için de ağlardı. Yanaklarından süzülen tuzlu su damlaları soğanların içine karışıyordu. Gözleri yandığı için bulanık görüyordu. Gözlerini kolunun yenine silip doğramaya devam etti. Bıçağın elinde açtığı küçük çentikle irkildi. Aslında kanamıyordu, kesik bile değildi ama “Olamaz, mikrop kaptım! Hemen doktora gidip tetanos aşısı olmalıyım.” diye düşünüp elini önlüğüne götürdü. Tam çıkaracaktı ki “ Bu soğanları böyle çirkin bırakamam…” diyerek vazgeçti. Eline bakmadan suya tuttuktan sonra özenle bir yara bandı yapıştırıp tekrar soğanlara döndü. Yaralı parmağını bıçaktan oldukça uzak tutuyordu.

Soğanların hepsini düzeltmesi yaklaşık bir saatini almıştı. İşi bitince dikkatle şaheserine bakıyordu ki tepsinin boyasının kazındığını ve soğana karıştığını fark etti. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ne daha dikkatli olmadığı için kendine kızmış ne bütün emeği boşa gittiği için üzülmüş ne de zaten soğanlarla ne yapacağını bilmediği, boşuna işten kurtulduğu için sevinmişti. Soğanları yavaşça bir tabağa boşalttı ve tepsinin üzerinde oluşan çizikleri saymaya başladı. Tam 147 çizik vardı ama hala bulanık görüyordu. Tekrar saydı. Bu sefer 152 çıkmıştı. Beş kere daha saydıktan sonra 149 olduğuna karar verdi. Bir çizik daha atarak 150’ye tamamladı. Böylece çift sayı olmuştu. Ayrıca 9’la biten sayıları sevmezdi. Her ne kadar kendisi 79 doğumlu olsa da.
Tabağa doldurduğu soğanları aldı. Bıçağın ucuyla biraz dürtükledikten sonra duygularıyla beraber hepsini çöpe döktü. Bir daha ağlamayacaktı. Lavaboya gidip ellerini kazırcasına yıkadı. Kolonya döküp ovaladıktan sonra bir daha yıkadı. Soğan kokusundan hoşlanmazdı.

Yorumlar