ÖYKÜ SEÇKİSİ/2012 KONYA LİSESİ GENÇ YAZARLAR YARIŞMASINDA YAYIMLANMAYA HAK KAZANAN ÖYKÜLER




MELİKE KÜBRA TÜRKALP
NURBAKİ KUTBAY
SÜMEYRA YILMAZ
________________________________________
(Ortak Metin)

DUYGUSAL ALTÜST OLUŞLAR

I. DUVAN

Güneş, doğmakta tembellik ediyordu sanki. Duvan’ın kafasındaki tüm düşünceler, ay ışığından çıkan huzmeleri titreten bir güvercinin kanatlarıyla susmuştu. Kirpiklerinin arasından gördüğü güvercinin mor kanadı, hayatının, yanına sessizce gelip öksürmesi gibiydi. Tekrar düşünmeye başlarken irkildi. Konuştuğu yüzlerce kelimenin, karşısındakinde cümlelere dönüşememesiydi yalnızlığı. Herkesle konuşurdu insan; ama herkese konuşmazdı “dertleri” her zaman. Anlatamamaktan değil, anlaşılamamaktan korkuyordu. Bu yüzden bir insan görünce köşe bucak kaçıyordu sırları, dertleri, yaraları… Dertlerinin tek dert ortağı yine kendisiydi. Ağzına sürmediği içkinin şişesinde yüzüyordu bütün harfleri. Çünkü ruhundan dökülen bütün kelimeler sarhoştu, akşamdan kalmaydı. Sarhoş kelimelerine sade kahve yapabilecek bir dost arıyordu. Bu sancılarını radyonun cızırtıları böldü. Eski radyonun içine sıkışmış nağmeler çıkmak için can atıyordu: “Gülümse, hadi gülümse bulutlar gitsin…”

II. BEMBE

Koşuyordu. Ter damlaları, sınır dışı edilmiş mülteciler gibi gönülsüzce çıkıyordu gözeneklerinden. Bağladığı saçları itaat etmiyordu tokasına; ileriyi görmekte zorlanmaya başladı. Akciğerleri, isminde geçen beyazın masumiyetiyle bağdaşmayan bir şekilde can yakıyordu. Aldığı her nefes canını yakıyordu Bembe’nin. Durdu, saniyeler şapka çıkarttı duruşuna. Bembe de kayıtsız kalamadı ayağının ucunda ezilmekten son anda kurtulan çok yapraklı bitkiye. Gözleri fal taşlarına meydan okurcasına açıldı. Ayaklarının önünde emrine amade duruşuyla bekleyen bitkiyi kök derdinden kurtardı. Artık bitki özgür sayılırdı! Daha önce hiç böyle bir bitki görmemişti. Haşlanılacak bitkilerden değildi, kavurması da lezzetli olmayacaktı belli ki. Bir tek mektup zarfına girebilirdi bu bitki.

III. NİMBUS

Nimbus, sabahları erken kalkar, güneşin selamını ilk o alırdı. Neticede posta teşkilatının en önemli yetkilisiydi o. Önce a
ynaya bakıp reverans yapar, kendisine olan böbürlenmesi yeterli noktalara ulaşınca hava-yol tahminlerine bakardı. Kanatlarını okşayacak rüzgârın hızını öğrenmeliydi. Kahvaltıda mayonezle marine edilmiş, az kızarmış solucan olmalıydı. Kilosuna da dikkat etmeliydi. Sonuçta tombul bir kuş uçarken zorlanabilirdi.
Her zamanki gibi derin bir nefes aldı. Çantasını ayağına iliştirdi. Gri kanatları rüzgârın ıslığına ayak uydurmaya çalışırken, arkadan nefes nefeseliği semaları titreten, dünyanın bütün kuşları bir araya gelse o kalabalığın içinde mor kanatlarıyla hemen tanınabilecek, “Kuşkar En Farklı Renk Ödülleri”ne de aday olan eski dostu selamsız sabahsız ötmeye başladı. Bir çırpıda anlattı işsiz kaldığını, Nimbus’un işe hazır halini görünce. Evine götürecek bir solucan parası bile kazanamıyordu artık. Kiduus’a acıyan Nimbus, arkadaşının cebine üç kuruş para girsin diye elindeki mektuplardan ve kredi kartı ekstrelerinden birkaçını ona verdi. Kiduus’un, eski deri çantasına koyduğu mektuplardan biri de Bembe’den Kahrun’a yazılan sarı zarflı bir dostluk manifestosu idi. Ama Nimbus, Kiduus’un neden işsiz kaldığı ihtimalini düşünememişti. Ne Bembe ne de Kahrun haberdardı olacaklardan. Nimbus ise mesleğinin hatasını yapmıştı.

IV. KAHRUN

Her zamanki gibi demliğin içine üç kaşık kuru çay koydu. Suyu doldurdu çaydanlığın altına. Kahvaltıda yumurta da olmalı mı, olmamalı mı? Düşünmeyi bıraktı. En iyisi gazete haberlerine göz atmaktı. Katil bir annenin çocuğunu öldürüş haberini gördü. Tüyleri diken diken oldu. Bir cesedin gözlerine bakma fikri tırmalamaya başladı beyin hücrelerini. Fokurdamaya başlayan çaydanlığın yanına geldi düşüncelerinden sıyrılıp. Çayı demlemeye başladı özensizce. Bir anda titremeye başladı her yer, sallanıyordu arz. Tam geriye dönecekti ki yürüyemedi. Bir yere tutunmaya çalıştı. Tutunabileceği tek şey o sırada gözüne ilişen çaydanlığın sapıydı. Arza isyan edercesine tutundu çaydanlığa. Unuttu bir anda her şeyi, yanan elinin acısını, sallanan avizeyi. Her şey durdu bir an.
Tik tak…
Çimlerde yürüyordu. Güneş batmakta ısrarcı gözüküyordu. Hava koyu kırmızıydı.
Tik tak…
Bir anda düşmeye başladı. Her şey durdu. Sanki bir tek o düşüyordu. Korkmayı bile unutturdu düşüş hızı ona.
Tik tak…
Her yer yanıyordu. Ama canı hiç yanmıyordu Kahrun’un. Yerde kızgın saçlar vardı. Hiçbiri yakmıyordu onu. Ama birden bir el tuttu elini ve saca dokunmaya zorladı. Kolunda paslı bir saat vardı elin sahibinin. O kol, babasınındı. O saat, o zorlama duygusu babasınındı.
Tik tak…
Sallanmaktan vazgeçen avizeyi fark edince, ya-nan elinin acısını unutmaya çalıştı.
Tik tak…
Çaydanlıkla yanan eli hatırlatmıştı rüyasını ya da geçmişteki bir anıyı. Ne önemi vardı ki, geçmişti her şey. Geçmeyen tek şey, kâbuslara neden olan kolundaki yanık iziydi.

V. ŞAŞKIN YARDIMCI KİDUUS

Kiduus, yorgun argın ama bir iş bulabilmenin verdiği şevkle uçtu. Sonsuz mavinin derinlikleri kanatlarını kutsuyordu sanki. Yorulmak mükâfattı zavallı kanatları için. Ve arada bir yerde bir balkon gördü. Dinlenmeyi hak etmiş olmalıydı neticede. Balkondaki masum sepete yatıp dinlenmeye karar verdi. Bu masum sepetin o kadar da masum olmayan sahibi bir terlikle saldırdı zavallı kuşa. Canının derdine düşen Kiduus hayatında bulabileceği son işi de kaybetme pahasına kaçtı o balkondan. Sarı zarflı bir mektup süzüldü sepetin içine usulca. Kiduus’u fark eden Duvan’ın annesi ise mektubu fark edemedi. Oysaki yeni bir başlangıçtı sepette duran. Duvan’ın fark etmesiyle açıldı tek tek zarflar. Yazılar uçuştu dostluk sevinciyle kalpten kalbe.

VI. MEKTUP ARKADAŞLIĞI
Sevgili Dost,
… Gizemli bir mektubun başlattığı bu oyunu ben de oynamak istiyorum. Yazmak istiyorum dostum, yazmak ve sararmış kâğıdın kokusunu almak…

… Kötü rüyalar görüyorum, canım yanıyor. An-latmak, acımı hafifletmek istiyorum…
Sevgili Dost,
… Isındı ellerim ve içim. Dünyanın en güvenli yerini bilenler, sence biliyorlar mıydı dünyanın en sıcak yerinin dost mektubuyla ısıtılmış bir cep olduğunu. Üşüyen birini ısıtır mıydı oyunlar?...
Sevgili Dost,
… Güneş gibisin dostum, içimi sıcacık ısıtan ve bazen de susuz bırakan. Üşümüyorum dostum. Yak-mayan bir güneş tarafından sarmalanmışken nasıl üşür ki insan…
Sevgili Dost,
… Kalemin gölgesi kâğıda düştü. Zor olanı yapıyorum, ne yazacağımı bilmeden kâğıdın başına oturuyorum. Biz boğazımıza kadar battık kelimelere. Oyun oynayacağız dediler inandık. İşte inandığımız günden bu yana ebeyiz oyunlarında, cambazız iplerinde, gölgeyiz karanlıklarında. Öylesine onların olduk ki, tek bir harfiz aralarında…



Sevgili Dost,
… Hani sevgili olunmadan dost; dost olunmadan sevgili olunmuyor derler ya, öyle ki şimdi ben sevgi ve dostluğun, akrep ile yelkovanın savaşı içinde eriyip tükendiği bir zamandan yazıyorum bu mektubu sana…
Sevgili Dost,
…Sen söyle, nereye geldik biz? Artık inmeli miyiz? Ya da devam mı etmeliyiz yola? Kelimeler deryasının tam ortasında iki harfiz biz. Ve devam etmeliyiz…
Sevgili Dost,
… İnanarak başladık biz bu oyuna. Ve bilmelisin ki sonu olmayan bir oyun bu. Ufukta durak yok dos-tum. İnmek söz konusu değil anlayacağın. Tam olarak neredeyiz bilmiyorum ama öyle yerlerden geçiyor ki yolumuz, bu yol bizi bize götürüyor…
Sevgili Dost,
… Sahi neredeyiz biz?...
Sevgili Dost,
… Sen öyle bir yol arkadaşı oldun ki bana, seninle yürüdüğümüz yollarda güneş çok daha erken doğuyor kalbe…


VII. KAHRUN

Her seferinde azalan ümidine yenilmeden gitti posta kutusuna doğru. Kesik bir nefes aldı anahtarını çevirirken posta kutusunun. Ama yine boştu. Üşüyen ruhunu saracak kâğıtlar, zarflar yoktu yine. Kâbuslarını avutacak, nefes almasına yardım edecek, gün ışığına anlam yükleyecek hiçbir şey yoktu. Dü-şünmemek istedi. Hiçbir şeyin her şeyliğine aldırmadan avutmaya çalıştı delik deşik ruhunu. Kâbusların her biri ayağından başına kadar ürpertiyordu Kahrun’u. İçinde durduramadığı hisler vardı. Kaynıyordu beyni. Ayaklarının altı yanıyordu sinirden. Sadece bir şeyleri düşünmeyi kesmeliydi beş para etmez aklı; ama o da itaat etmiyordu kendisine. Oturma odasının kapısının önünde başı iyiden iyiye dönmeye başladı. Titreyerek ilerledi banyoya. Bir suçlusu olmalıydı böyle yalnız kalışının. Bir suçlu her şeyi çözecekti. Kâbusları da akacaktı suçlunun gözlerinden yaşlarıyla beraber, belki de biraz kanla. Ama kim? Mektup yazmayan mıydı suçlu? Getirmeyen miydi? Zaten kesin mektup yazmıştı kadim dostu kendisine. Kesin o aptal kuşun suçuydu her şey. O unutkan, gri kanatlı yaratık bunun hesabını vermeliydi.
Posta kutusuna uğramayacaktı kuş, bunu biliyordu Kahrun. Bu yüzden evine gitmeliydi kuşun; hesap sormak için. Neydi adı? Nimbus…
Yola koyuldu. İlerledikçe azalıyordu siniri. Demek ki iyi gelecekti bu intikam. Şehrin dışına çıktı yavaşlayarak. Adımları seyrekleşti iyice. Bir ağaca sırtını dayadı. Kayalıkların içini tarif etmişti yuvası olarak Nimbus. Küçük bir mağara. Rüzgârın koluna girip ilerledi kayalıklara. İşte oradaydı! Düzenli bir mağara. Duvarları yüksek ama içi de temizdi bu yuvanın. İçeride beklemeye koyuldu. Planlar yapıyordu.
Aslında plan açık ve seçikti. Eğer konuşursa kendisini affettirmenin bir yolunu bulurdu kuş. Buna izin vermemeliydi.
Rüyaları boğazına sarılmışken bütün düşünceleri bir kenara itti. Gelirkenki niyeti biraz intikamdı. Belki biraz canını yakacaktı kuşun, belki kendi canı da yanacaktı. Ama her şey silindi kenara itilen düşüncelerle beraber. İçeri girdi Nimbus yavaşça, bunun son kanat çırpışı olduğunu bilmeden. Ve Kahrun bir anda saldırdı önceden belirlediği kurbanına.
Bütün kahroluşların intikamını bir saniyede al-mıştı ufacık bir candan.
Tik tak…
Ellerinde duran iri güvercinin farkına vardığında kendine geldi Kahrun. Nimbus’un dilindense son defa şu iki kelime çıkabildi: Özür dilerim…
Yaptığının pişmanlığıyla bir sağa bir sola koştu-ruyordu Kahrun. Yaptığı doğru muydu yanlış mıydı? Ya da… Ne önemi vardı ki. O suçun cezası bu kadar ağır mı olmalıydı, tek düşündüğü buydu.
Bir tik tak daha…
Nefes almakta zorlanmaya başladı. Çocukluk hastalığı nüksediyordu belki de. “Bana sorsalar nefes alamıyorum; ama doktor, aldığım nefesi veremediğimi söylüyor.” derdi hastalığını soran dostlarına. İlk kez bugün hak veriyordu doktoruna. Yanında ilacı da yoktu. Etrafa baktı. Derin bir nefes aldı. Ama bunun, veremediği son nefesi olacağını anlayamamıştı. Geç de olsa anladığı bir şey vardı neyse ki. Hayattan aldığı son ders… Bu ders için borçlu sayılır mıydı acaba. Artık dostların mektupları ulaşamayacaktı birbirlerine. Bir dost yüzünden yarım kalan bir dostluk vardı geride. Adam akıllı yaşayamamıştı ama adam akıllı ölmüş sayılır mıydı acaba?



Sevgili Dost,
Ve yağmur yağar insan hayatına. Bazen sağanaktır gelen, bazen hışım gibi inen. Bazen çiselese de yeten. İnsanı sırılsıklam eder kurumasına izin vermeden. Hava durumu yoktur hayatın. Beklenmedik olur her şey. Bazen beklenmedikler yağdırır yağmuru, bazen bekletip gelmeyenler. Ve yağmur yağar, yağar, yağar. Ve yağmur durmaz, hep yağar.












AHMET TOPBAŞ
________________________________________


ZAMAN’SIZIM

Kapının önünde durdum. Yüzüme çocukvari bir gülümseme yayıldı. Ellerimi belimde birleştirip yıllarımın geçtiği eve uzun uzun baktım. Şimdi, ayrılacak olmanın verdiği üzüntüyle saniyelere odaklanıyor, her hattını anılarıma çiziyordum evin. Kapının önüne oturup bozuk hayallerin infilak etmesini seyredip yaşanacakları hissetmeye çalışıyordum. Yitirdiklerimi, yitireceklerimi, yitirildiğimde hissedilmeyeceğim onca kişiyi sol göğsüme iğneleyip acı çekiyor, yolculuk öncesi son günlerimi geçiriyordum, gidişime suskun İstanbul sokaklarında…
Yavaş yavaş soluk alıyor, ardından hızlı hızlı veriyor, ne zaman konuşmaya yeltensem boğazın serin sularını hissediyorum bağrımda. Ey İstanbul! Beni senden kim ayırabilir söyle? Hangi yürek yüreğimi çengelleyebilir kendine? Şimdi ben gidiyorum. Seni sana emanet ederek. Biliyorsun ki hiçbir şehir senin tazeliğin kadar güzel kokmaz. Ve hiçbir şehir senin sokaklarında geçen çocukluğumu bana yaşatamaz. Şimdi sen beni bağrındaki yaraya sürüyorsun. Oysa bağrında taşıdığın tuzlu nefesim beni uçsuz uçurumlara sancılı bırakıyor. Benden sonra kentsizliğini yüzünde taşı İstanbul. Kentime iyi bak…
İstanbul’dan ayrıldığımda yirmi dört yaşımdaydım. Elimde tıbbiye vesikası ile ilk görev yerim Bursa’ya atanmıştım. İstanbul’dan ayrılacak olmam, çocukluğumun geçtiği şehrin ellerimden kayıp gittiğini hissetmem, çocukluğuma yapılmış molotoflu bir saldırıydı. Anılarım alev alevdi. Yangınıma çığlık çığlık susan aşkım diri diri yanıyordu ve elimden sadece yarama tuz basmak geliyordu.
İstanbul’un orta yerinde bir cinayet işlendi
Failini saklı, bedenini meçhul eden bir cinayet senaryosu,
Boğaz vapurlarında gece nöbetleri
Ve ayrılık şarkılarında raksın ayak izleri…
Hem yol hazırlığı için alışveriş yapmak hem de aşığı olduğum bu kente veda etmek için sabahın ilk ışıklarıyla uyandım. Hava kasvetli bulutlarla kapalıydı. Şehrin üstünde beliren kara bulutlar gelecek rahmetin habercisiydi. Pencere pervazında kümelenmiş kuşlar, gecenin yeni güne yenildiğinin tecellisiydi. Toprak, maşukunun pare-i cananına bahşedeceği gözyaşlarını bekliyordu. Sokaktan geçmekte olan bir arabanın, gıcırdayan yaylarının üstüne şilte serip kümelenmiş birkaç kadın tarlalara çalışmaya gidiyordu. Sabah ezanlarıyla kalkıp akşam ezanlarına dek durmadan çalışıyordu bu insanlar. Beni pencerede gören teyzelerden biri eşarbını düzeltti. Çocuğunu çekiştirdi. Sonra da atının ipini çekmeye başladı. Gözden kaybolana kadar seyrettim. Ufkun sarılığında kayboldular.
Pencereyi kapattım. İçerisi bir anda soğumuştu. Divanın üzerine uzandım. Uyku mahmurluğunu attıktan sonra kahvaltıyı yapıp evden çıktım. Hava serindi. Kendi sözümü dinlememiş olmanın ve ince kıyafetlerle çıkmanın verdiği pişmanlıkla evden ayrılmıştım. Gün, eski evlerin üstünde bir karış yükselmişti. Sokak yeni yeni hareketleniyordu. Seyyar çığlıkları, komşu kadınların cam temizliği ve sarhoş Rumların nidaları... Eski Rum meyhanesinin önünden geçerken, bütün parasını şaraba yatırmış sonra da kapı dışarı edilmiş birkaç serseri ile bakıştıktan sonra yoluma devam ettim. Sahile inen dar ve yokuşlu patikada güneş tam karşımda yükseliyordu ve gözümü alıyordu. Ardından tüm heybetiyle İstanbul boğazı karşılıyordu.-Sadece bu manzara için bütün ömrümü feda edebilirim- Ve mimarisiyle göz kamaştıran, İstanbul manzarası… Derler ki birçok şair memleketini terk edip bir kez görmek umuduyla İstanbul’a gelirmiş. Ve ben… İstanbul’un bağımlısı genç tabip, bu şehri terk ediyordum.
Çarşıda dükkânlarını açmakla uğraşan insanlar, ilk siftah için besmele çekiyordu. Evden erken çıkmanın verdiği rahatlıkla balık pazarının yolunu tuttum. Son gecemde iyi bir ziyafetin kimseye zararı dokunmazdı. Rastladığım ahbaplarla vedalaşıp kayalıklara demirledim. Ve çok geçmeden yağmur ince bir iplik gibi inmeye başladı. Denize düşen her damlada İstanbul’da geçen günlerimi, hayallerimi, sevdiğimi görür oldum. Dalıp dalıp yüzdürüyordum denizine İstanbul hatıralarını…
Kaç zaman oturduktan sonra kendime geldim ve İstanbul sokaklarını arşınlamaya başladım. İhtiyacım olsun olmasın her türlü dükkânda oyalanıyordum. Ve tabii… Kitaplara dalıp gidiyordum antik çarşıda. Aklımda bin bir düşünceyle Eminönü’nden ayrıldığımda gün öğleye dönüyordu. İlerde kubbeleri görünen Süleymaniye külliyesine doğru gidiyordum, öğle namazı için. Belki son namazım olacaktı burada. Ki zaten öyle de oldu. Bir daha gidemedim.

Namazdan sonra bir kahvede mola verdim. Boğaza karşı içtiğim o bir bardak çayın tadı hâlâ damağımda yankılanır durur. Koyu bir muhabbete daldık ihtiyar bir amca ile… Yaşlılıktan söz ediyordu amcam. Bir de benim tabip olduğumu öğrenince sırt ağrılarından. Sevecen yüzü, yılların oluşturduğu çizgilerle doluydu. İnce bir çizgi gibi görebildiğim gözleri kısıktı. Başında çizgili takkesi, yamalı ketenden ceketi ve dudağından düşürmediği tütünü… Sağlıktan konu açılınca zararından bahsettim ona. İnce bir tebessüm etti bıyığının altından. Sonra derin bir of çekti. Söyleyecek o kadar sözü vardı ki, o bir of çekti bütün susmaları kaptırdı giden gençliğine. Gözlerini ilk kez gördüm ardından. Maviydi o gözleri. Boşluğa bakar gibi süzdü beni ve dudaklarından zorlukla çıkardı sözlerini: “Haklısın oğul. Haklısın. Ama neyi kaldı ki şu garibin bundan başka,” dedi. Önce bir yutkundu sigarasından bir nefes aldı ve boğaza kaydı gözleri. Sevdiğine kavuşmuşçasına bakıyordu denize o mavi gözleriyle. Çay bitti ve bana da yol göründü. Helallik isteyip ayrıldım.
Döndüğümde balık pazarı hareketlenmişti. Tezgâhlarda bir hareketlilik vardı. Gelenler, gidenler, tezgâhların arkasında kızartılan balığın kokuları... Yağmur sonrası misk gibi kokan toprak, balık kokularında mayhoş kavisler yapıyordu. Bahar rüzgârıyla taşınan denizin tuzlu nefesinden bir demet yapıp kuytularında biriktirmeye koyuluyordum İstanbul coğrafyasını ve onun terk edilmiş nidalarını.

Eve geldiğimde kapımın altından süzülmüş bir mektup buldum. Pulsuz bir mektuptu. Göndereni belli değildi. Tedirgin oldum. Çünkü kimim kimsem yoktu, bana mektup gönderecek kimse tanımıyordum. Elimdekileri mutfağa koyup aceleyle çalışma masama geçtim. Hava karamıştı ve mor bulutlar seyrek bir şekilde yüzüyordu gökyüzünde. Mektubu açıp açmamak arasında tereddüt ediyordum. Bir yandan da ümit ediyordum ondan gelmiş olsun diye. Bana hiç mektup yazmamıştı ve gönderiliş şekline bakılırsa eliyle getirmişti kapıma kadar. Mektup şöyle başlıyordu:
“Adı henüz konmamış bir ayrılığın bendeki ismi. Adını senden bile gizliyorum,” Ve devamındaki satırlarda şöyle diyordu: “Camlara buğusu bulaşmış nefesimde, senin hayalin geziyor. Soğuk, puslu bir mayıs akşamında, içime işliyor gidişin ağır ağır. Seni benden alıp götüren otobüs bilmediğim duraklarda duruyor. Serkeş yaşamın dudaklarımdan bir buse gönderiyordum limanlarına. Hisset. Çünkü onulmaz yaralar açtın bende. Gidişine vurgun, susuşuna prangalı bir ayrılık hikâyesi bu sevdiğim. Geç fark ettim.”
Oydu. Bu mektubu yazan, gidişimin koyuluğuna adını koyandı. Çok oyalandı başıboş hayallerde. İçimin yarasını çok sonra fark etti. Ve ben gidecektim dönmemek üzere. Bende unutulmaz yar’alar bırakmıştı. Gözlerime bir yağmur yağıyordu ve ben bu yağmurda eriyordum. Satırlarına son verirken yenildim, diyordu. “Yenilme pahasına seni sevdim.” Mektubu bitirmişti. Sözyaşları içindeydim. Satırlarının altına notumu yazıp ve kapımın altına sıkıştırıp öylece gitmiştim. Ben gittikten sonra evime geleceğini biliyordum. Bunun için son yazımı yazmıştım.” Hayatımdın, Elimden aldın. Varlığında yalnızlaştığım, yokluğunda kalabalıklaştığım tüm yazgılarımı sana bırakıyorum. Sen beni unutmak için sevdin. Ve sevmek için çok geç kaldın. Hadi tüm sözyaşlarımı kilitle bedenine. Ve dudaklarında erit yalnızlığımı. Hadi tüm susmaları bana terk et. Hadi sevdanın benli yanlarına dokun. Ve yaralarımı söndür kentsizliğimde. Nihavent bir çığlık kopsun, hadi yasla saçlarını omzuma. Kilitlensin tüm yazgılar. Cinayetin manifestosunu noktasız bırak…”
İçimde onulmaz bir yara bırakmıştı bu mektupla. Adını satırlarımda idam etmiştim. Tekrar tekrar okudum mektubu. Tozlu coğrafyalara sarkan bir gidişle terk ediliyordum. Islanmak pahasına yürüyordum dar sokaklarda. Elimde kâğıt tomarları ile unutulmuşluğuma şiirler biriktiriyordum. Her harfini idam ediyordum sokak köşelerinde. Ayazına saldığım onca intiharı İstanbul’a terk ediyordum.
Aslında korkaklığımdan değildi bu gidiş. Kendi yüzümle yüzleşmekten yüzsüzleştiğimdendi. Bana pencere arkasından bakışlarını hissederek evinin önünden geçiyordum. Susuşuma prangalı korku düşleri geçiyordu düşler ülkesinden. Ve gözlerini yakalıyordum içimin nehirlerinden. Oradaydı. Bana bakıyordu. Geleceğimi biliyordu. Bildiği için de kapısının eşiğine mendilini bırakmıştı. Pembe, gül işlenmiş bir mendil… Kanamalı bir sızı ile sakladım bu mendili yıllarca. Giderken arkamdan geldiğini de duymayacaktım. Eve dönmeliydim. Eş dost bu hali görse s’aklımdakini aşikâr ederdi. Bilmesindi ahali. Şimdi gidiyordum onu başka düşlere gelin ederek. Başkaları gelecekti ve kendi keşfi sanacaktı yitik sevdamı. Kendi sevdasında yitirdiğim ne varsa bulacaktı. Ceplerimde biriktirdiğim can kırıklıklarımı penceresizliğinin arkasına saklayacaktı ve beni hoyrat rüzgârlarda unutulmaya çengelleyecekti yüreğimin taa derinlerinde. Şimdi gidiyordum ve beni terk edenin kendisi olduğuna inandırmaya çalışacaktı. Oysa asıl terk eden ben olacaktım.
Gün doğuyordu. Ona biriktirdiğim ne varsa heybeme koyuyordum. Gözlerim intihar kaçkını uykuyla doluydu. Ve anılarım heybeme sığmıyordu. Bu son günümde hazırlık yapacaktım. Ve aşkı, önsözünde bitirerek ayrılacaktım yârimin tozlu satır aralarından. Beni bekleyecek miydi? Ya da unutacak mıydı ilk aşkını. Çocukları olduğunda elbet unuturdu. Ama ya ben… Ben unutabilecek miydim?
Eşyalarımı topladım ve hazır ettim. Öğle ezanlarıyla birlikte ayrıldım evimden. Çok bir eşyam yoktu. Küçük bir araba tutarak işimi halledebilirdim. Sokağımdan ayrılırken sanki kendimden de bir parçayı bırakıyordum. Aklım dumandı. Yolun heyecanı, stresi ve içimi yakan hasretin ayak sesleri. Gidecek olmanın verdiği hayal kırıklığı Anadolu’nun ikliminde hissedeceğim anıları çağrıştırıyordu. Ve acılarım hafifliyordu.

Haydarpaşa’dan hareket ettim. Kompartımanda yalnızlığımı daha da hissediyordum. Eşyalarımı yerleştirip pencere kenarına oturdum. İstanbul ayaklarımın altından kayıp gidiyordu. Elime bir dergi alıp okumaya başladım. Tıptaki yeni gelişmelerden bahsediyordu. Yol boyunca bu dergiyi okudum. Zaten yol kısaydı ve benim konuşacak kimsem de yoktu. İkindi güneşi etrafı yakan kırmızılığıyla batışa geçiyordu ve tren karanlığa gömülüyordu. Kompartımanın kapısı açıldı ve içeriye bir bayan geldi. Oldukça şık giyimliydi bayan, ince yüzlüydü. Elmacık kemikleri biraz çıkıktı ve omuzlarından uzun, düz saçları düşüyordu. Başörtüsü gül pembesiydi ve omzundan iğnelenmişti. Bağlayış şekliyle o kadar mütevazıydı ki etkilenmemek elde değildi. Pardösü ve çizmeleri siyahtı.
Anladığım kadarıyla yüz hatları matematiksel uyuma dayanıyordu ki zaten güzellik de matematiksel uyumdur. Göz kirpikleri sürmeliydi ve sürme, gözlerini ön plana çıkarıyordu. Zarif bir duruşu vardı. Boyu, gözlerini yaşayacak kadar uzun, çocukluğunu gösterecek kadar kısaydı. Başını eğerek bakıyordu. Bu bakışlar belki de karşısındakini anlamak, konuşmalarından kişiliğini öğrenmek ister gibiydi. Çünkü bu bakışlar aşina olduğum bir beni anlatıyordu bana ve karşımdaki yabancı bilmediğim bir ben gibi bakıyordu. Şefkatli bakan bu gözler kendisinde önyargı oluşturmamı engelliyordu. Gözlerime bakmadan konuştu:
“Kusura bakmayın, boş yer bulamadım. Acaba buraya oturabilir miyim? “
“Estağfurullah, buyurun.”
Kadın kibar bir şekilde yerine oturdu ve utangaç tavırlarla dışarıyı seyre daldı. Aslında konuşkan biriydim ama şimdi nutkum tutulmuştu. Yolculuğun verdiği tedirginlikten olsa gerek yüzüne bakamıyordum. Işıklar yandı. Karanlıkta net göremediğim yüzünü şimdi daha iyi görüyordum. Bir an gözleri gözlerime kaydı. Bu bakışlardan cesaret alıp adını sordum. “Ümmü” dedi. Adımı sormaya çekiniyordu anlaşılan. Adımı söyledim: “Benim adım da Tufan. Tanıştığıma memnun oldum. Umarım konuşarak rahatsız etmedim. “
“Yok. Ne rahatsızlığı. Tanıştığıma memnun ol-dum bende.”
“Nereye gidiyorsunuz? Uzak bir yer mi? “
“Yok, uzak sayılmaz. Bursa’ya gidiyorum. Siz ne-reye gidiyorsunuz?”
“Ben de Bursa’ya gidiyorum. İş münasebetiyle. Niçin treni tercih ettiniz? Demiryolu Bursa’dan geçmiyor?”
“Siz niçin tercih ettiniz?”
Cevabını bilmiyordum. Gerçekten niye treni tercih etmiştim? Tek bir otobüsle de Bursa’ya gidebilirdim. Düşünmeden cevap verdim.
“Yolculuğu seviyorum galiba.”
“Anladım.”
Sonra derin bir sessizlik oldu aramızda. Soruma cevap vermemişti. Cesaret edip tekrar soramadım. Ben de yazıma döndüm. Tren Eskişehir’e doğru yol alıyordu. Gece iyice bastırmıştı. Edebimizden olsa gerek gece boyunca uyumadık. Ben bir ara uyuklar gibi olmuşum. Uyandığımda gitmişti. Tren Eskişe-hir’e ulaştığında bile onu göremedim. Belki önceki duraklardan birinde inmiştir diye düşünüyordum ama çantası hâlâ trendeydi. Durakta sersem bir haldeydim. Uykum gecenin ayazında açıldı. Sert bir rüzgâr yüzümü yalayıp geçti. İstasyonda kimse kalmadı. Tren de uzunca bir süre kalkmadı. Biraz bekleyip kadının inmesini bekledim ama inen olmadı. Benim de bekleyecek bir şeyim kalmayınca otel bulmak için merkeze doğru yürümeye başladım. Mayısın bu ilk akşamında caddelerde insana rastlayamıyordum. Şehrin tenha bir yerinde bulduğum otelde o geceyi geçirdim. Aklımda hâlâ o vardı. Ayrılığımızın ilk günüydü. Ve ben onu düşünmekten uyuyamıyordum.
Sabah erkenden kalkıp terminale doğru yola koyuldum. Trendeki kızı görürüm diye her köşeyi karışlıyordum. Ama göremedim. Otobüse binmeden önce çarşıda gezintiye çıktım. Önümde uzun saatler vardı ve bu tanımadığım şehirde bir ileri bir geri ilerliyordum. Uzunca bir vakitten sonra yolumu bulup terminale ulaştım. Kitapçıdan bir kitap alıp boş banklardan birine geçtim. Ve otobüsün kalkışını beklemeye başladım. Terminal hareketliydi. Otobüslerin biri duruyor bir kalkıyordu. Nihayet otobüsüm terminale ulaştı ve otobüste yerimi aldım. Yol boyunca kitapla ilgilendim. Bursa ufukta görünmüştü ve ben kitabın sonuna yaklaşıyordum. Ne zaman yolculuğa çıksam, beni karşılayacak kimsenin olmayışı çocuğunu kaybetmiş bir annenin yüreği gibi hareketlendirirdi yüreğimi. Yalnızlığın insanlara tattırdığı bu duygu belki de bizim kendimize olan güveni tazeliyordu. Ve her insan ömründe bir kez ayrı düşüyordu. Kendi benliğimizi, yalnızlığımızı, bulmak için…
Bursa’da hava açıktı. Yazın gelmesiyle sıcaklar artmıştı ve Bursalılar caddelere akın etmişti. Görev yerime ulaşmak için tekrar otobüse binmem gerektiğini hatırlayarak içimi bulandırdım. Ne zaman otobüse binsem içim bulanırdı. Yolculuğu zor bitirirdim. Garajdan kalkacak otobüsün biletini alıp kalkış saatini beklerken, yüzyıllık çınarların altında yatmakta olan yüzyıllık çınarları ziyarete gittim. Bursa’nın işgalinde Mehmet Akif’in yazdığı “Bülbül “şiiri geldi aklıma. Hayırla yâd ettim. Ve o ulu çınarların altından kentin siluetini izleyerek bir kitap açıp okumaya koyuldum. Ulular şehrinde öğle ezanları yükseliyordu Ulu Camiden ve bu kentin girdabında kayboluyordum. Namaz bu noksanlaştırmayı mavileştiriyordu. Sıcak bir ürperti Ulu Dağdan erimiş kar senfonisi sunuyordu gönül mahzenlerime. Surların içinden giriyordu kente ve yüzümü okşayarak kalp kapaklarımı ardına kadar açıyordu. Kestane şekeri alıp garaja doğru yürümeye başladım. Yollarda birikmiş su birikintilerine basmamaya çalışarak dar sokaklarından geçiyordum kentin. Garaja ulaştığımda otobüsüm kalkmak üzereydi. Otobüse binip yerime yerleştim. Ve huzursuzluğumu çantama saklayıp yola koyuldum…





AŞK’A DAİR… /AHMET TOPBAŞ


Onunla yaşaması zor diyordu kadın. “Artık yüzünü görmeye bile tahammül edemiyorum. Birlikte vakit geçirmek, bir kahve içimlik konuşmak bile tartışmaya dönüşüyor. Eve geldiği zaman hiçbir şey söylemiyor. Soğuk bir akşam yemeğinden sonra hemen yatıyor. Günün yorgunluğunu uyuyarak geçirdiğini düşünürdüm önceleri. Fakat konuşmalarından ve tavırlarından anlıyorum ki birlikteliğimizden memnun değil. Belki çocuğumuzda olmasa beni terk edecek…
Severek evlenmiştik ilkin. Birbirimizi o kadar sevmiştik ki, ailelerimizin karşı çıkmasına aldırmadan evlendik. Bir oğlumuz oldu. Nur topu gibi… Henüz beş yıl dolmadan, birbirimize tahammül bile edemez olmuştuk. Sorunlarımız vardı diz boyu, sorunlarımız vardı birbirimize duymak istemediğimiz susmalar haykıran. Susmalar vardı konuşmak istedikçe susturulan…
Sorunlarımızı oturup konuşarak halletmek istedik. Ama halledemedik. Ne zaman otursak onca yılın anısına acı söyleyemedik. Dert yanamadık yüzümüze karşı. Ve dertleri haykırmaktansa içimizde idam etmeyi yeğledik. Bazen de uzun uzadıya tartışmalarda keskin iplerde salladık iğneleri. Halledemedik. Her kavga hüsranla biterdi. Dertlerimize yeni dertler, aramızdaki uçurumlara mavilik eklerdik. Ucu bucağı görünmeyen hayat boğmaya başlamıştı bizi. En sonunda tartışmayı bıraktık. Çünkü yıpranmıştık. Çünkü birbirimizi hâlâ seviyorduk…
Cevapları kendi içimde bulmaya çalıştım. Hangi sebepten mutlu değildik. Birbirimize ne yapmıştık. Ne istemiştim ki olmayınca üzülmüştüm. İnsanları memnun etmek zordur, bilirim. Sevdiğimiz kadar sevilmeyi, karşımızdakinin bizi biz yapanın o olduğunu anlamasını bekleriz ama olmuyor. Kesilen parçalar birbirine ne kadar da uysa eskisi gibi olmazmış. Başkalarının yüzünde onu aramak, her gördüğüm yüze o diye bakmak, bir gün beni anlaması için yalvarmak belki de hazmedemediğim bir yaramdır. Ve yaramı kapatmak için yeni yaralar açıyorumdur. Uykusuz günlerin gecesiz sabahlarında uykuya muhtaç yaşarken ne zaman hayallerde boğulsam onun sessizliğiyle uyanıyordum. Ne zaman aynaya baksam, kendimi tanıyamıyordum. Ne zaman ona baksam içim parçalanırdı. Bir gün arkama bile bakmadan gitmeyi düşündükçe içim buz kesiği donardı. Bir gün bugün müydü?...
Aslında çok bir şey istememiştim. Konuşurken yüzüme bakıp dinlediğini belli etse, eve geldiğinde gülümseyip halimi hatırımı sorsa çok değil, beş dakika oturup konuşsak hiçbir problem çözümsüz kalmazdı. Biliyorum, artık beni sevmiyor. Sevmediği için de kötü davranıyor. Oysa evlenmeden önce böyle değildi. Gözlerime baktığında kalbim erişilmez olurdu. Kır çiçeğinden hayaller yapar, rüzgârlarla gökyüzüne salardık. Ayrılacağımız zaman ellerimiz ayrılmaz, gözlerimiz ayrılmaz, yüreğimiz ayrılmadı. Bazen sokakta görür gibi olurum. Sessizce evimin önünden geçer ve göz ucuyla da beni süzer. Fark etmez beni tülün arkasından ona bakarken. Ve her geçişinde bir umudum daha idam edilir gözyaşlarımda.
Konuşurken, konuştuklarımızı başıboş sözlerle geçirip hükümsüz fiillerle bitiriyorduk. Konuşulan konular da zamanla sıradanlaştı, sıkmaya başladı bizi. Ve konuşulandan çok konuşmanın uzunluğunu düşünmeye başladım. Sorduğu her sorunun cevabı basitti. “– Evet, “Neye evet dediğime aldırış etmez-dim bazen. Öyle şeyleri kabul ederdim ki, aklım başıma geldiğinde evetlerimi öğrenince cevabım değişirdi. O da bunu daha önce sorduğunu söyleyip yüzüme vururdu bütün öfkesini. Ve sonu gelmeyen kavgalar başlardı…
Dayanamıyorduk, her gün gözlerimizin içine bakarken ölmeyi de hazmedemiyorduk. Belki bir umut vardır diye günleri arşınlıyor, sabrımıza yeni acılar ekliyorduk. Ve acıların boğumunda boğulmaya da mahkûmduk.
Eve gelmişti. Yüzü asıktı. Hiçbir şey söylemeden paltosunu astı ve içeri geçti. Arkasından gidip yanına oturdum. Yüzüme bakmıyordu. Önemli bir şey söyleyecekmiş gibiydi. Boynu büküktü, önüne bakıyordu. Oğlum geldiğinde babasının kucağına gitti. Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip odasına gönderdi. Sonra gözlerime baktı. Ayrılmak isteyip istemediğimi sordu… Sonunda olmuştu. Kendimden kaçışlarım bana, en çok da bana yaklaştırmıştı beni. Sakarlığımdan olsa gerek, kendi kuyumu kazmıştım. Ve yalnızlık yine esir etmişti beni.
Geçmiş günler bir anda yabancılaştı gözümde. Neyi erken yaşadıysam şimdi onun bedelini ödüyor-dum. Ayrılık bilmediğim bir dilde küfür etmişti. Ve ben bütün dillerde susmuştum.
Sanki evlenmeden önce anlaştığım, konuşurken gözlerinin içine baktığım, içimi tuzlara batırıp bütün hayallerimi yeniden inşa ettiğim ve gözlerimi, deryasına sunduğum sevgilim gitmişti. Nerde hata yapıyorduk. Birlikte kurduğumuz hayalleri niçin uygulayamıyorduk. Hayat bizi aldatmıştı. Aldanmıştık. Ve dayanılmazlığı şiddetle hissettiğim o gün beni terk etti. Onu çok seviyorum. Ama…”
Tüm eksikliklerimizi saklayıp yârin karşısına çıktığımızda bütün iyi yönlerimizi göstermeye çalışıyoruz. Elimiz ayağımıza dolanıyor. Bocalıyoruz. Kendi’sizliğimizle yüklü tüm kalp çırpıntıları, bizi beklentisiz yarınlara senaryo yazıyor. Kendimizi bulmamak için kaybediyoruz. Bir aynada onu görmek için bile olsa... Vaatlerimiz, bizi faili meçhul acılara gebe bırakıyor.
Her şey güzel. Şiir, edebiyat, aşk.. İçine düşmekten çekinmediğimiz uçurumlarda sabahlamak, birbirimize sunduğumuz taze ekmek kırıntılarını yağmurlarla yıkamak, sonra ömrümüze katık edip sonsuzluğa uyanmak, bizi yürek mahzenlerinde kurduğumuz düşlerin yanılgısıyla baş başa bırakıyor. Aşkın susuzluğunda unuttuklarımız acıyla yoğrulduğunda tatsız gelebilir. Gözlerimizde aradığımız güz güneşi belki de batışa geçmiştir. Önemli olan, sessizliğinde hükümsüzlük yüklü çığlıkları kelimelerde söndürmek değil, gönül kapısına kilit vurarak geleceğimize kök salmak, birbirimize sunduğumuz badenin deryasında lal olmaktır.
Göğsümün coğrafyasında bulduğum kırlangıçları sana göndermek istiyorum. Ve yalnızlığımı senin yokluğunda paylamak. Biliyorsun ki günün edebiyatı ayrılıklar üstüne. Birbirimizi tanımadan sevmek değil kastım. Sen kendini tanıyarak mı sevdin? Yoksa kendini terk ettin de benim mi haberim olmadı. Karşımızdakini kendileştirmedikçe bir olamayız. Ve kendisizliğimizi tatmadıkça sevemeyiz. Kirlenen düşleri terk etmek beni, seni, bizi terk etmek değil. Kirpiklerinde yıkamak nar-ı aşkı. Ve soldurup bu dünya hayatını, düşleri yarınlara prangalı kurmalı…













TUĞBA MERVE MENEKŞE
________________________________________


ŞEHİTLER ANNELERİNİN KOYNUNDA YAŞAMAYA DEVAM EDER

Herkes için belki sıradan bir gün başlıyordu ama bugün Ayşe için çok farklı, çok anlamlı bir gündü…
Çünkü o sabaha, nedenini bilmediği bir heyecanla başlamıştı. İçi sıkışıyor, kalbi daha hızlı çarpıyordu. Bu gece gördüğü karmakarışık kötü rüyaların da bunda etkisi vardı elbet. Zaten bu nedenle bütün gece doğru dürüst uyumamıştı. Sabah ezanını yatakta oturduğu yerde dinleyip kalktı. Her zamanki alışkanlıkla abdestini alıp namazını kıldı. Ama namaz kılmak bile onu rahatlatmamıştı. Aklı gece gördüğü rüyalarda kalbi uzaklarda anacığından çok uzaklarda asker olan biricik oğlundaydı. Oğlu Güneydoğuda, bir dağ karakolunda yedek subaydı.
Bir taraftan oğluna dualar edip Allah’tan evladı için iyilik ve yardım diliyor bir taraftan da ondan bir haber alıp sesini duyabilmek için sabırsızlanıyordu. Yataktan kalktığından beri saatler geçmişti ama o hâlâ ağzına bir lokma bile koymamıştı.
Aradan bir müddet daha geçmişti ki, sokakta bazı sesler gürültüler duyuldu. Yaklaşan ayak sesleri onun kapısının önünde durdu. Kapı çalındı. Sanki o anda kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Bin bir güçlükle yerinden doğrulmaya çalıştı. Sanki dizleri ona itaat etmiyor yürümüyordu. Nihayet kapıya ulaşabildi. Bütün gücünü toplayıp kapıyı açtı. Karşısında bir grup asker ve yanlarında bir sağlık ekibi vardı. Şaşkınlıktan ve korkudan dili tutulmuş gibiydi. Karşısında gördüğü bu kalabalığa bir anlam vermeye çalışıyordu. Kocaman açılmış gözlerinde merak ve korku vardı.
Orta yaşlı, rütbeli olduğu üniformasından anlaşılan bir asker kalın ama şefkatli bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Ayşe Hanım” dedi. Ardından yutkunarak ağır ağır sözlerine devam etti. “Oğlunuz Mustafa Alperen Hakk’ın rahmetine kavuştu, şehit oldu. Milletimizin başı sağ olsun!”
Duyduklarına inanamıyor kulakları uğulduyor başı dönüyor adeta nefes alamıyordu. Olduğu yere yığılıp kaldı. Hazırda bekleyen sağlık ekipleri anında müdahale etti.
Hiçbir şey fayda etmezdi artık ona. Olanlar olmuş biricik evladı, canı, her şeyi onu bir başına bırakıp cennete uçmuştu. Kahramanca vatanını korumaya çalışırken kahpe bir kurşuna kurban gittiğini söylemişti gelenler.
Bu nasıl olurdu? Ama anlıyordu her şeyi yavaş yavaş. Geceden gördüğü o kâbus gibi rüyalarla, yavrusuna isabet eden o kurşunu o da yüreğinde hissetmemiş miydi o acıyı?
Peki, şimdi ne yapacaktı? Nereye gidecek kalbine geceden saplanan bu kurşunu nasıl çıkaracaktı?
Kim, nasıl, ne teselli edebilirdi onu?
Daha dün gibi hatırlıyordu şimdi her şeyi. Gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu Mustafa Alperen’in doğumu, büyümesi. Onu kucağına aldığında dünyalar onun olmuştu. Aradan bir yıl geçmişti ki sevinci yarım kalmış inşaat ustası olan eşi Mehmet’i bir iş kazası sonucu kaybetmişti. Böylece huzur ve mutluluk dolu günleri bitmişti. Bir müddet evlere temizliğe gitmiş ama sağlık sorunları baş gösterince evde dikiş dikerek geçimlerini temin etmeye çalışmıştı. Yardım eden kimseleri de yoktu üstelik. Çünkü eşiyle ailesinin izni olmadan kaçarak evlenmişlerdi. Bu nedenle iki tarafın da ailesi, Mehmet’in ölümünden sonra bile onlara sahip çıkmamış, onları görmezden gelmişlerdi.
Ayşe’yle evlenmek isteyenler de çıkmıştı ama bütün teklifleri geri çevirmiş, hem oğlunu üvey bir babayla büyütmek istememiş hem de başka biriyle evlenmeyi sevgili eşine ihanet saymıştı.
Düşe kalka oğlunu büyütmeyi başarmıştı. Bütün acılarını içine gömerek ve oğluna hiçbir şeyi belli etmeyerek Bütün dünyasını onun üstüne kurmuş oğluna hem anne hem baba olmuştu. Şu dünyada birbirlerinden başka kimseleri olmadan birbirlerine sarılarak ve güvenerek gelmişlerdi bu günlere.
Oğlu da çok iyi bir evlat olmuş anacığının emeklerini boşa çıkarmamış; okumuş, öğretmen çıkmıştı. Güzel günler bekliyordu onları Artık anacığının çalışmasına da gerek kalmayacaktı. Üstelik yıllardır damı akan, sobayla ısıtmaya çalıştıkları rutubetten duvarları dökülmeye başlamış bu küçük evden de kurtulacaklardı. Daha geniş güneş alan kaloriferlerle ısınan lüks bir evleri olacak annesinin romatizmalı dizleri artık ağrımayacaktı.
İlk maaşını aldığı gün kocaman bir pasta ve bir paketle eve gelmiş, aldığı elbiseyi büyük bir sevinçle sarılarak annesine vermişti. “Bundan sonra rahat edeceksin anam yüzünü her zaman güldüreceğim.” demişti. Evet, böyle demişti. Her zaman sözünü tutardı da Ama neden şimdi annesinin içini kan ağla-tıyor, sözünde durmuyordu? Hani hep güldürecekti, hiç ağlatmayacaktı? Bundan daha büyük acı olur muydu dünyada? Eşini kaybettiği zaman da büyük bir acı duymuştu ama evlat acısı bambaşkaydı! Üstelik o zaman yaşamak için bir sebebi oğlu vardı. Şimdi o da ellerinden kayıp gitmişti Ne yapacak bu acıya nasıl dayanacak, neyle avunacaktı?
Ellerine kınalar yakarak göndermişti oğlunu askere. Arkadaşları “En büyük asker bizim asker! diye naralar atarak uğurlamışlardı onu. Aslında yavrusunun ellerine saçına kınalar yakıp askere gönderdiği gün baştan kabul etmemiş miydi oğlunun şehit olabileceğini? “Vatanına milletine kurban ol” diye yakmamış mıydı o al kınaları? O zaman neydi şimdi bu gözyaşları? Oğlunu öldüren alçakları sevindirmekten başka ne işe yarardı bu gözyaşları?
Bu düşünceler içinde ne kadar zaman geçti bilinmez birden büyük bir kararlılıkla yerden kalktı. Etrafındaki herkes şaşkınlık ve merakla ona bakıyordu. Ay yıldızlı al bayrağı öpüp alnına koyduktan sonra kucağına şehitlikle şereflenmiş oğlunun resmini bastırarak konuşmaya başladı: “Bir oğlum daha olsa onu da bu vatan uğruna şehit vermeye hazırım! Ben bir şehit anasıyım onun layık olduğu şerefe uygun bir şekilde şehit anası gibi davranacağım. Unutulmasın ki şehitler asla ama asla ölmezler, analarının ve şanlı Türk bayrağının koynunda yaşamaya devam ederler!...





BERKAY ÖZTÜRK
________________________________________

TIKANMA

“Doktor, gittikçe benliğimi benden çalıyor bu rüya.”
Rahat ve deri bir koltuk, ayaklarımı uzatmış halimden şikâyet ediyorum.
Tavana bakıyorum, şikâyetçiyim. Rahat bir durumda görünüyor olabilirim, ama eğer açıp içime bakabilseydiniz, gözlerinizi bir daha açmazdınız dünyaya gördüklerimi bir daha görmeyeyim diye.
Şikâyetçiyim, her şeyden. Doğumumdan, haya-tımdan. Tek düzeltilmesi gereken şey, yaşamlarımız. İnsanın yaptığı en büyük hata, doğmak.
Eğer hayatınız rutin bir düzene binmişse, yaşam süreniz konusunda endişeye kapılırsınız. Birden hayat size çok kısa gelir. Merak uyandırıcı bir şey, bıkkınlık duygusuna batarsa sıkıcılaşır. Yediğiniz en iyi yemeği, seyrettiğiniz en iyi maçı düşünün. Eğer bunlar bitmeyip sonsuza kadar sürselerdi, en iyi değil en sıkıcı olurlardı. Hayatta böyle işte, eğer bir yerde bitmezse insanı canından bezdirebilir.
Hayatımı, gereksiz uzattığımı düşünüyorum. Yani fazlasıyla yaşadım bile. İnsan, kendisine bir nokta belirlemeli ve o noktaya geldikten sonra, ölmeli. Çünkü eğer o noktaya yani zirveye geldikten sonra iplere asılmaya devam ederseniz, her şey sarpa sarıyor. Bir anda ipin bağı çözülüyor ve kontrolsüz düşüşe geçiyorsunuz.
Uçağınız yirmi dakika içinde havalanacaktır, iyi uçuşlar dileriz. Kaptan pilotunuz konuşuyor, ciddiyim. Niye ölüme bu kadar taktın, diye soracaksınız bana eğer; çünkü uçaktan paraşütsüz atladım. Yere çakılmadan kafama sıkmak tek tesellim bu düşüşüm sırasında. Gemisini ilk terk eden kaptan benim ve utanç duyuyorum.
Uçuşunuz on beş dakika içinde başlayacaktır, iyi yolculuklar dileriz.
Her şey tek kullanımlık, her şey daha ne olduğunun farkına varmadan bitiyor, her şey küçük kalıplara sıkışmış durumda. İşte o deri koltukta rahat sandığınız kirli sakallı adamın kafasından bu düşünceler geçiyor. Yaşadığım süre boyunca kafamın içi hep karışık oldu. Saçmalıklarla dolu ki hiçbiri hiçbir işime yaramadı şimdiye kadar. Eğer beyninizi bir çatı katı olarak düşünürseniz, oraya koyacağınız şeyleri seçerken çok iyi karar vermek zorundasınız. Her neyse, istediğim bu düğümün çözülmesi.
Doktor, günümüzün en gözde mesleklerinden biri “lütfen yardım et bana. Bu rüyadan kurtar beni. Artık yaşadığımız dünya, dünya olmaktan çıktı. Sıkıcı vaazlarla dolu, semboller dünyasına döndük. İnsanlar; hız limitleri koyuyorlar, kurallar koyuyorlar, dünyayı parselliyorlar, insanları fişleyip nerede oturduğunun hatta ne düşündüklerinin ya da ne düşüneceklerinin kararlarını veriyorlar. Her şey düzenli ve disiplinli bir dünyaya erişmek için. Ama bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değiller. Hiç kimseye macera yaşayacak alan kalmadı, hiç kimse yaşadığının farkında bile değil. Disiplin, disiplin, disiplin… Ama hâlâ bir düzende değil dünya. Dünyayı tekrar dünya yapmak için, tedavi edilmesi, düzeltilmesi gereken tek şey bilgiyi kafalarımızın içinde yaşıyor oluşumuz. Bilgiyi tedavi ettikten sonra, gerçek kaos ortaya çıkacak.
Çünkü gerçek karmaşa olmazsa, hiçbir zaman gerçek düzende olmayacaktır.
Yaşadığımız hiçbir şey gerçek değil. Her şey kopyanın kopyasının kopyası. Gerçek karmaşa yok, gerçek eğlence yok ki gerçek macera, buluş, icat yok.
“Rüyanı anlat” diyor, karşımda duran adam. Çenesi yok, direkt dilinin altını ve damağını görebiliyorsunuz. Yine de günümüzün en gözde mesleklerinden birine sahip ve eminim benden daha çok maaş alıyordur.
Adam, yaşlı üzeri kir pas içinde. Ölü olmayışının tek kanıtı hareket ediyor olması. Hem de çok hızlı hareket ediyor. Tam önümde, yürüyor yürüyor sonra bir evin kapısını açıyor. Koşarak eve girmeye çalışıyorum ama her seferinde başarısız oluyorum. Kapı yüzüme kapanıyor sonra sırasıyla renk, görüntü ve ses gidiyor. Sonra karanlıkta yalnızlığımla kalakalıyorum.
İnsan eğer korkuyorsa ilkin kendine kaçarmış. Orada bir hayat kurar ve yaşamaya başlarmış. Ama insan çabuk sıkılan bir hayvandır. Oradaki yalnızlığından sıkılıp kendi yarattığı dünyada yeni yeni insanlar oluşturmaya başlarmış. Ve zamanlar onlarla anlaşmaya, sonra didişmeye, en son çatışmaya başlarmış.
Dışarıdan gelen ayak sesleri duyuyorum. Dikkat kesiliyorum.
Sonra ne yapar peki insan? Dışarı kaçar, ama artık başka bir insan olarak.
Pilatus’un devirler boyunca yankısı çınlayan korkunç sorusu:
“Gerçek nedir?”
Kapı açılıyor, içeri yaşlı bir adam giriyor. Arka-sından kapıyı kapatıp, deri koltuğa uzanıyor. Doktora dönüp hırıltılı sesiyle:
“Doktor, gittikçe benliğimi benden çalıyor bu rüya.”
Gerçek benim!











MUHAMMED MUSTAFA ÖZ
________________________________________


SÜRGÜNÜN SONU
Güneş, sıcaklığını yeni çekmişti saçlarımdan. Sırtımın altındaki nemli toprak, artık belimi ağrıtmaya başlamıştı. Sağa sola sallanarak doğruldum. Birkaç ürkek adımla başladım uzunca yoluma.
Şehrin diğer ucundaki evim bensiz uğurlamış olmalı, güneşi. Mahzun bir şekilde büküp boynunu beklemeye başlamıştır şimdi beni. Onu teselliye geç kalmamak için ürkek adımlarımı biraz canlandırıp, şehrin sessiz sokaklarında ilerlemeye başladım. Dalgın bir şekilde yürürken beyaz bir kedinin aniden önüme atlamasıyla irkildim. Çok geçmeden ipek gibi tüylerini okşamaya başlamıştım bile. Bir an karnının aç olabileceğini düşünüp elimdeki naylon torbadan bir parça ekmek çıkarıp yolun kenarına bıraktım. Bir minnet bakışının ardından ekmeğini yemeye başladı. Bense dar sokağı arşınlamaya başladım.
İki ahşap binanın arasından gölü ve yüzeyindeki dolunay yansımasını görüyordum. İçimde bir ferahlık hissediyordum. Geriye, kısa bir orman yürüyüşü kalmıştı. Ağaçların arasından geçerek varmıştım sonunda fakirhaneme.

“Merhaba!” deyip yaşlanmış kilidi açtım. Kapım ardına kadar açılınca kuşlarım karşıladı beni. Elimdeki bir kibritle, kandilim can buldu. Yazı masasının başına geçtim, heyecanla kâğıtları karalamaya başladım. Hayatımda çok şey değişti. Tüm umutlarım, tüm isteklerim kırıldı. Yazma isteğim hariç! Her kalem kâğıdı elime alışımda aynı heyecanla başlıyorum. Yine başladım ve bir süre sonra her zamanki gibi soyutlanmışım. Dokuz buçuk treninin gürültüyle geçmesi kendime getirdi beni.
Mutfağa geçip yemek yapmaya başladım. Birkaç dakika içinde muazzam bir bekâr sofrası kurdum. Uzun sürmeyen bir akşam yemeğinin ardından tekrar yazı masama döndüm ve son çalışmam üzerindeki rötuşlarımı yaptım. Ardından koltuğuma yaslanıp küçük penceremden, yıldızlarımla muhabbete başladım. Muhabbet koyulaşmış zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Biraz uykuya ihtiyacım olduğunu hissedince kendimi yatağa bırakıverdim.
Güneşin saçlarından bir buse ile uyandım, heyecanla takvime göz attım. İki gün kalmıştı, bu sürgün hayatı bitiyordu. Sayılı gün çabuk biter diyerek evden çıktım. Eve gelirken işittiğim baykuş nidalarının yerini, kuş cıvıltıları almıştı, şen şakrak şakıyorlardı. Benim neşemi onlar da paylaşıyordu. Yine şehrin diğer ucuna gidiyordum. Bir çay bahçesine oturdum. Garsona tavşankanı bir çay söyledim. İnce belli bardakta çayım geldi, iki şeker atıp karıştırdım. Bir yudum aldım ve göle karşı çay içmenin keyfini çıkardım.

Uzun bir günün ardından tekrar eve döndüm. O gece yazı masama geçmeyi hiç düşünmüyordum. Yıldızlarıma veda etme niyetinde idim. Hepsiyle tek tek vedalaştıktan sonra küçük bir çocuk heyecanı ile erkenden uyudum. Sabah kalktığımda ise dışarı çıkmak yerine toparlanmayı tercih ettim. Hızla çıktım evden. İstasyonda bir görevliye anahtarı teslim edecektim. Yürüyüşüm diğerlerine göre çok kısa sürdü, girişte karşılaştığım görevliye anahtarı teslim edip “emanetin!” dedim. Tam kolumdaki saate bakacakken o gürültüyü duyup vazgeçtim. Trenim geliyordu. Perona yanaşan trene şöyle bir baktım, pek bir heybetli duruyordu.
Bu tren, dost olacaktı bana dönüş yolunda. Aşacaktık koca ülkeyi bir uçtan bir uca. Dağlar aştık, ovalar geçtik dumanın savura savura. Yanaştık güzergâhtaki beş ilden ilkinin peronuna. Hava almak için indiğimde çiçek satan bir kadın gördüm. Rengârenk çiçekleri vardı önünde. Sevdiğime bir buket yaptırdım. Neşeyle trene döndüm.
Altı aylık sürgün hayatım nihayetlenmişti. Ge-riye bir tek bu yolculuk kalmıştı. İkinci il, üçüncü il derken varmıştım sonunda kendi yurduma. Yine o gümbürtülü sesiyle yanaştı tren peronuna. Toparladım ve indim trenden.
Yürüdüm, toprak yolda toza bulanıp yürüdüm. İleride köyüm görüldü, içimde bir heyecan fırtınası koptu. Artık dayanacak gücüm kalmadı ve koştum, hızla koştum. Evime vardım, eşyalarımı bir kenara bıraktım. Atıldım sevdiğimin boynuna. Sarıldım doya doya. Bir daha hiç ayrılmamak üzere…








HEDİYE NUR DOĞRU
________________________________________


YAŞAMAYA GEÇMEK

Yaydan çıkmış bir oku geri döndürememek gibi kesin bir duygu içinde, kaybetmekten korktuklarım adına…

“Ait olduğum hiçbir yer benim değil sanki. Yapabileceğim, dâhil olabileceğim tek bir yer yok sanki. Bazı kelimelerin anlamlarını bilmek yetmiyor. Ve ben ‘moral’in anlamını bilmiyorum. Mantığıma sığdıramıyorum onu, uygulamaya koyulamıyorum. Bütün sorumluluklarımdan vazgeçtim artık, mutlu olmak da değil derdim. Ben yalnızlığı seçtim, uygulamaya geçtim. Ve zaman galip geldi.”

Yapabileceği şeyler belliydi. O hiçbirini seçemedi. Yalnızdı ve damarlarında korkudan başkası yoktu. Mutlu olmak neydi, bilmiyordu. Ezbere bildiği bütün eylemleri kaybetmişti. Bütün anlamlar hiçbir şey ifade etmiyordu. Yaşadığı her şey kurmacaymış gibi…
Kafasında cevaplayamadığı binlerce soru, onlardan kurtulma şansı yoktu. Ve zaman daralıyordu…
Şehre bir tek gece yağıyordu. Güneşin hiçbir anlamı yoktu. Gücü yetmiyordu ısıtmaya, aydınlatmaya. Sorumlulukların hiçbiri yerine getirilmiyordu. Hayatındaki hiçbir şeyi pekiştirememişti. Alışmak da istemiyordu. Yaşadıklarının klasikleşmesini istemiyordu.
“Alışmak ölümden beter, çaresizlik daha be-ter…”
Konuşacak pek bir şeyi yoktu. Zaten kimsenin bir şeyler bilmesini de istemiyordu, kimse bir şeyler sezmemeliydi. Ve de bu yüzden kalabalıktan nefret ediyordu.
Perde açılmayacaktı artık. Sıcak yaz günlerinde, pencere önündeki hanımeli kuş cıvıltıları eşliğinde kokusunu odaya doldururken kayıtsız kalınacaktı olup bitene.
Zamanı geriye alabilse her şey müthiş olacaktı, çocukluğunu özlüyordu, ama geriye dönemedi. Bir umut ‘dünyaya bir daha gelirsem’e sığındı. Bunun olmayacağını biliyordu. Hiç yoktan zamanı durdurmalıydı. Evet, bunu yapmalıydı.
Bir sigara ateşledi. Dumanla birlikte gitmek, kaybolmak istedi, tek bir iz bırakmadan… Hiçbir şey gerçeklik barındırmıyordu.
Şehir, duvarlarını daraltmıştı adeta. Sanki sıkışmıştı taşlar arasında. Ve bir kaçabilse her şey düzelecekti. Bir cesaret gitmeyi denedi. Engelleyen bir şeyler vardı. Bir sigara daha ateşledi, bununla birlikte cesaret kazandı. Kendi kendine yitirdi cesaretini, gitmek yakışmazdı malum. Gidebilse, hiçbir şey değişmeyecekti zaten. Her şeyden vazgeçti.
Gün geçtikçe bedeni ile birlikte hayalleri de güçsüzleşmişti.
Yapabileceği şeyler kısıtlanmıştı artık. En fazla bir sigara yakar, kaybolmayı umardı. Aynı yerde aynı çaresizlikle beklediğini görünce her şeyden vazgeçerdi. Bunu çok iyi yapardı.
Bir köşeye çekildi; zamanlardan ölmek. Bir sigaralık daha vakti yok artık yaşamak için. Ve zaten sahnenin sonu uçurum...
Kelimeler toparlanmıyordu artık. Fiiller 4. tekil şahıs ile çekimleniyordu. Yaşananlar anlatılmazdı. Ezberler bozulacaktı. Her şey, bilinen her şey unutulacaktı artık. Alınan her nefes daraltacaktı bedeni, boğacaktı. Yürümek dahi unutulacaktı. Acıkılmayacaktı. Tırnaklar kemirilecekti, sızlayana kadar parmak uçları. Saçlar yolunacaktı. Kafa duvarlara vurulacaktı saklamak için bedeni insanlardan. En iyi toprak saklardı çünkü. Duvarlar yıkılırdı, ama toprak saklardı. Toprak kokusuydu her yer…













YUŞA KEREM BERGUT
________________________________________


KIYAMET ÇAĞRISI

Akşamüstü saat 19.35’te yattığı yataktan kalk-mıştı Hayri. Ama uyanmamıştı, sadece kalkmıştı. Uyanma işini öğleden sonra 14.00 sularında yapmıştı zaten. 20.05’te tekrar uyuyacaktı. Yemeğini yemek için yarım saati vardı. Gün içinde sadece otuz dakikalığına kullandığı ayaklarını uyuşuk adımlarla ve saatte bir kilometre hızla mutfağa gitmeye yönlendirdi. Sağ elinin parmaklarını buzdolabının kapağının ince kulpuna sabitledi. Belinden destek alarak vücudunun sağ tarafını geriye doğru çekti. Buzdolabının kapağı açıldı. Mutlu oldu ama mutluluğunu belli edemedi. Çünkü yüzündeki gülme kaslarının on altı tanesini epey bir süredir kullanmamıştı. Böylece kaslarını hareket ettiren sinirler işlevini kaybetmişti. Sadece, diyaframının en derininden gelen “Ğıa!” diye bir ses çıkarmıştı. Dolaptaki yemek tencerelerine tek tek kafasını soktu ve günlük besin ihtiyacını karşılayacak şekilde bir gün içinde ayakta durabileceği maksimum süreyi mümkün mertebe azaltarak yemeklerin tadına baktı. Son bir dakikasını da odaya gitmek için harcadı Hayri. Yatağa uzandı ve olan oldu. Su içmeyi unuttuğunu fark etti. Mutfağa tekrar gidemezdi. Banyoyu düşündü, ama daha banyoya varmadan yere yığılıp komaya girebilirdi. Hayatıyla kumar oynamak istemedi ve yirmi üç buçuk saatini harcayarak yattığı yatağa akıttığı terlerini emdi. Çarşafının en terli yerini olabildiğince ağzına tıktı ve bir pipetten süt içercesine çarşaftaki terleri emdi. Her ne kadar aşağılıkça da olsa günlük su ihtiyacını karşılamıştı. Tam mutlu bir şekilde uykuya dalacakken zilin çalmasıyla irkildi. Kapının arka tarafından Hayri’nin annesinin sesi işitiliyordu: “Oğlum, anahtarımı unutmuşum. Şu kapıyı hele bir açıver sana zahmet.”








MEHMET GÜNDÜZ
________________________________________


TERAZİ SONUCU

O mu? Küçük, şeker şey. Öyle de bazen eve geç gelir, bazen kendini iki üç gün aratır. Kimi zaman cani, korkunç ama şirin; kimi zaman tembel, evden dışarı çıkmaz dört beş öğün beslenir. Benim kedimden bahsediyorum, tüylü yumak, beş yaşındaki kedimden.
Ben bu kedinin yaşlı olduğunu sanıyordum; ama sonra öğrendim ki bir kedi yirmi beş yıl kadar yaşayabiliyormuş.
Söyle, nereden nereye geldik. Benim burada anlatmak istediğim elbette kedi değil; asıl konu, karısının çenesinden kaçarak filozof olan insanlar, hatta delirenler. Yazık ki ne yazık. Acımamak mümkün değil. Belki yanlış tarif ettim ama bağışlayın.
Öncelikle anlattıklarıma katılmayabilirsiniz, aklınıza farklı düşünceler gelebilir. Bulduğunuz fikirleri başkalarıyla değiştirebilir ya da birleştirebilirsiniz. Ya da söylediklerime katılabilir, aklınızdan eklemeler yapabilir; hatta burada bunu okurken merakınız artabilir. Ben bir insanın çok uzaklarda, başka başka olan insanların fikirlerine aynen katıldığını düşünmüyorum. İş burada başka, idealar âleminde başka.
Ortaçağda bir atın ağzındaki dişlerin sayısını, atın ağzından teker teker saymaktan gocunup Aristoteles’in kitaplarından bulmak insanların çok kolaylarına gelmiş olsa gerek. Ne zahmetli iş. Aristoteles hatırı sayılan, sevilen bir filozof; gerçekten öyle. Öyle sanıyorum ki Aristoteles’in yerinde ben olsam, yazdığım eserler kadar bir kat daha yazardım belki. Belki hiç yazmazdım. Belki de Aristoteles en iyisini yapmıştır. Çünkü ne de olsa bir filozof. Çünkü ben ne de olsa o gün değil, bugün yaşıyorum.
Evet, ben buradayım. Buradayım; ama “Gerçekten mi?” diye düşündüğüm zamanlar oluyor çok nadir de olsa. Bazen biz kendi yerimize geçiyoruz, bazen başkası biz oluyor. Öyle ki; tanımadığım insanları kendiliğinden birine benzetiyorum. Sadece ben mi? Vereceğim cevap bir hayır olacak. Bir atasözü vardır; “İnsan insanın aynasıdır.” der.
Daha önce kedimden, onun zıtlarından, iyi ve şımarık özelliklerinden bahsetmiştim. Yalnız onlar, bunlardan anlamıyorlar. Anlamamaları pek de önemli değil. Fakat insanların ilginç ve noksan davranışlarını anlamak, özetlemek ne kadar zor olsa; bilemiyorum. Ama burada olmak, yaşıyor olmak her ne kadar beni bu türlü düşüncelerin içine sürüklese de hayatın tadı tuzu oluyor.










Yorumlar