DENEME SEÇKİSİ /2012 KONYA LİSESİ GENÇ YAZARLARI YARIŞMASINDA YAYIMLANMAYA HAK KAZANAN DENEMELER

HATİCE GÜL
ALTIPARMAK
________________________________________

KORUYUCU MELEK

İki dünyada da mükemmellik simgesi, çoğumuzun gizli kahramanıdır belki de. İpek saçlarının arasında sevgiden bir taç, sırtında bulunmaz şefkatten kanatları vardır, annelerimizin!
Güzelliği, mavi karanlıkta ayın aydınlattığı yıldızlar kadar eşsizdir. Gülümsemesi, dışarıda hafif bir sonbahar yağmuru yağarken pencerenin kenarına oturup içtiğimiz Türk kahvesinin ağzımızda bıraktığı tat kadar doyumsuzdur. Kokusu, soğuk kıştan kaçan ve yazın o sonsuz güzelliğine açılan kapıdan can atarak koşuşturan çiçekler gibi heyecan vericidir. Sonsuzluğun sonunu beklemesidir Anne. Onun sevgisi küçüklüğünde bisikletten düşünce yaraladığın dizinde kalan iz kadar kalıcı ve senindir. Anne yüzü, masumiyetin resmini çizer bizlere… Hayat parkurunda başlangıçla bitiş noktasını birleştirir. Kafanda sorgulayamadığın tek noktadır. Sevgisinin sınırlarını anlatmak bulutların üstünde yürümektir; o kadar imkânsızdır. Anne, imkânsızları eline sunandır gözlerini açtığında gözbebeklerinde yansıyan ilk resimdir.
Anne; eline şeker verilen çocuğun sevincidir, ölüme gülümseyen ihtiyarın huzurudur, yağmurdan kaçan yavru kedinin sığınacak bir yer bulduğundaki rahatlığıdır, yürümeyi öğrenmek için ilk adımını atan bebeğin güvenidir, hiç kimseden utanmadan ağlayan gökyüzünün cesaretidir, güneşten kaçıp sığındığın ağacın gölgesidir, gözlerin bulutlandığında yasladığın duvardır, şefkattir Anne, merhamettir, aşktır, sevgidir, sevgilidir, Anne elindeki tek şeydir…
Kalbimize dokunan bir noktadır Annemiz… Tüm anlamları tek bir anlamda toplar, tüm anlamları anlamsızlaştırır Anne Kanatlarını gizleyen koruyucu meleğimiz, Annelerimiz…






SEVGİNİN ÖYKÜSÜ /HATİCE GÜL ALTIPARMAK

Sevgiye hangi insan inanmaz ki? Ya da inanmadığını iddia eder? Kendilerini kandırdıkları ne kadar da ortada aslında…
Bir varmış bir yokmuş diye başlamıyorum: Bir sevgi hep sevgi… Çünkü sevgi döndürür dünyayı. Bizim hikâyemiz sevgiyle başlar, sevgiyle biter. Güneşi sevmezsen doğmaz, arkasını döner sana. Sevmezsen mehtabı, aydınlatmaz karanlığını. Sevmezsen karanlığı, kapatmaz dünyada olan kötülükleri. Sevmezsen aydınlığı getirmez yeni bir sabahı… Sevmezsen toprağı, örtmez kusurlarını. Bir çiçeği sevmezsen boynunu büker, bir insana gülmezsen, sevgi sana geri dönmez. Bir acıyı sevmezsen büyüdükçe büyür ve yük eder sana omuzlarını… Hayatı yaşanılır kılmana sebeptir sevgi.
Doğar doğmaz başlar insan sevmeye. Önce doğ
duğu dakikada nefes almayı sever, annesinin kokusunu, sıcaklığını sever. Annesinin sevgisini sever insan. Ardından söylediği ilk kelimede konuşmayı sever. Yürümeyi yeni öğrendiği zamanlarda, sendeleyip düştüğünde, elinden tutup kaldıran o yaşlı, hep gülümseyen amcayı sever. Oyunu sever, oyunda kaybetmeyi, kazanmayı, bazen düşmeyi sever, tıpkı kalkmayı sevdiği gibi. Sonra büyür, birini sever… Ne gülümseyen yaşlı amca, ne de sokaktaki oyunlar gibidir o. Sevdiği biriyle sevmeyi yeniden sever belki de. Yüzündeki kırışıklıkları sever insan. Zaman geçtikçe elinin titremesini sever, sessizliği sever. Torunlarını dizlerine oturtup masal anlatmayı sever. Arkasına dönüp döktüğü onca gözyaşını, gülüşlerini, mutluluklarını, acılarını… Güneşin doğduğu gibi batmasını sever insan. İnsan, yaşlanmayı sever.
Bir ömürdür sevmek. Yaşam sevginin öyküsünden ibarettir. O öyküyü sever insan, son nefesini vermeyi, gözlerini ebediyete kapatmayı sever insan, öykünün sonunu sever!






ALİ AKÇAKAYA
________________________________________

ÇOCUK OLAMADIM AMA ÇOCUĞUM

Karanlık, ürpertici sessizliği ile çöktü yine şehrin üstüne. Yağmurlu bir günün sonunda kirlerinden arınmış sokaklarda kimsecikler yok. Sokak lambaları yapayalnız. Bir tanesi odama sızıyor hafifçe. Tavanda küçükken ilginç şeylere benzettiğim bir yansıma oluyor. Bir külah dondurma, bir oyuncak araba... Alıp götürüyor beni eski günlere. Mahalle maçlarını, cipslerden çıkan tasoları, rengârenk misketleri aklıma düşürüyor. Acı tatlı ne varsa seriyor önüme. İlk bisikletime dokunduğum heyecanı yaşamama sebep oluyor. Sahi şimdi nerede o bisiklet? Nerede olacak, tabii ki hurda yığınları arasında. Miadı doldu çünkü. Kullanılıp atıldı.
Kavgaya meyilli çocuklar gibi değildim ben. Evdeki tek erkek çocuk olmamdan mıdır bilinmez dışarıya da pek fazla salınmazdım. Günlerim evde geçerdi. Dışarıya çıktığım nadir anlarda ise annemin gözü hep bende olurdu. Göz hapsinin ne anlama geldiğini o zamanlar öğrendim. Kavgaya tutuşacak olsak annem araya girerdi. Bu yüzden susan taraf hep ben olurdum. Lakap bile takmışlardı “süt çocuğu” diye. Doğrudur, ben süt çocuğuyum. Süt gibi bembeyaz, akçayım. Peki ya onlar?
Beraber oyun oynadığımız arkadaşlarımın çoğu haylazdı, tembeldi. Mahallede uslu çocuk olarak herkes beni bilirdi. Elimden kaç çocuk su içti sayamadım. Teyzeler ne zaman görseler başımı okşar, yanaklarımı sıkarlardı. Diğer çocuklar içerlerlerdi buna. Bir süre sonra aralarına almaz oldular beni. Başka bir gözle bakar oldular bana. O zamanlar bilmiyordum bunları. Zamanla öğrendim. Dost, arkadaş bildiklerimin sırtımdan vurduklarını. Ben bir şey kaybetmedim tabii ki. Ama onlar neler kaybettiklerini daha sonra anlayacaklardır elbet.
Büyüdüm. Günler, aylar, yıllar geçti üzerimden. Acılarım çoğaldı. Değişti düşündüklerim. Fakat içimde hep bir çocuksu bir yan kaldı. Marketlerde oyuncak reyonunun önünden onları incelemeden geç(e)miyorum. Saklıyorum bütün oyuncaklarımı bir kolide. Arada çıkarıp seviyorum hepsini teker teker. İçinizden “Deli mi bu adam? ” diyebilirsiniz. Serbest. Yaptıklarım normal değil çünkü. Ama emin olun çocukluğunu yaşamamış biri olsaydınız beni çok daha iyi anlardınız.




BERFİN ŞENER
________________________________________

BİR TEBESSÜM...

Bir insanda olabilecek en güzel alışkanlık gülümsemektir. Her anında gülümsemeyi başarabilenler bu hayat sınavının taktiğini öğrenmişlerdir. Aslında bu taktiği bilen çoktur ama hayata geçirebilen azdır. Zaten bu noktada önemli olanda bunu uygulamaya geçirebilmektir. Bunu başardıklarını zannedenler de çoktur.

Bu zamana kadar içten gülümseyen az insanla karşılaştım. Çünkü bu alışkanlık zordur. Herkes beceremez. Kimisi gülümsemenin altında kişiliğinden uzak sahte bir kimliğe bürünür.
İnsan hayat basamaklarını çıkarken karşılaştığı zorluklarda bile herkese samimi bir tebessümle yaklaşmalıdır bence. Yanında kimse yoksa bile aynanın karşısına geçip kendine gülümsemeli, bu taktiği uygulamaya kendinden başlamalıdır. “İnsanlık bu ya; bir ahlak kitabı yazmam gerekseydi, güler yüz-lülüğü vazifelerin başına koyardım.” demiştir Alain.

Küçücük bir tebessüm hayat kumbarasına atılan bozukluk gibidir. Biriktiğinde o bozukluklarla neler alabilirsiniz? Parayla alamayacağınız her şeyi… Bir gülümsemenin maliyeti yoktur, fakat çok şey kazandırır.

Güler yüzlülük Peygamber Efendimizin müjdelerinden birinde de şu şekilde ifade edilmiştir: “İki mümin karşılaşıp tokalaştıkları zaman aralarında yetmiş mağfiret taksim edilir. Bunun altmış dokuzu güler yüzlü olanındır.”

Size gülümsemeyen bir insanla karşılaşırsanız siz yine de gülümseyin çünkü gülümsemeye en çok gereksinimi olanlar gülümseyemeyenlerdir.

Güler yüz, gülleri açmış bir bahçe gibidir. Seyredenlere bir güzellik verir. Hayatta bize zor gelen durumlarda bile bizi seyredenlere bir güzellik verelim. Bunun için geç kaldığınızı mı düşünüyorsunuz? Her gül açılmak için baharı beklemez mi? Kendi baharınızı kendiniz yaratın ve açılmaya başlayın. Etrafınıza gülücük açın…



MELTEM DOLMACI
________________________________________

FIRÇA İZLERİ

Her şey akciğerlerimize dolan oksijenin bizi ağlatmasıyla başladı. Ardından ağlamamamız için çabalayan bir sürü insan girdi hayatımıza. Gülelim diye kılıktan kılığa giren, bizim için uykusunu bölen, üzerine kustuğumuzda bile bize, gözlerinin kenarlarında oluşan sevgi kıvrımlarının sıcaklığında tahammül eden insanlar…
Onlar boyadığımız hayat tuvalinin üzerindeki fırça izleriydiler. Tuvali ne renge boyayacağımız bize bağlıydı. Yağmurdan gökkuşağını isteyebilirdik… Ama bu da bomboş yolda kırmızı ışıkta geçmek gibiydi. Şartlar uygun olsa da, her zaman kurallar vardı. Kurallar; gerçeklerle doğrular arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin, karmaşık, çıkmaz sokaklarında hayatı yöneten mıknatıstılar. Zıt kutuplarsa her zaman birbirlerini çektiler. Yani her ne kadar güneş ışıkları beyaz olsa da; beş yaşındaki bir çocuğun boyadığı bir resimde, evin bacasından çıkan dumana inat gülen güneş sarıydı.

Kurallar, gerçekler ya da doğrular hayallerimizi yönetemezdiler… Bu da iyiyle kötünün savaşında galip gelen beyaz yalanların zaferiydi… Zaferleri ise üzerinden geçen zaman bile silemezdi. Pili biten bir saat gibi geçen zamana karşı koyarken bile, sayfalarca işlem yaptığınız sorunun ya da sorunların cevaplarını sıfırla çarpma cesaretini gösterdiğiniz sürece zafer sizindi… Fakat tek başına kutlanılan bir zaferi, sevdiğimiz insanlardan teselli bulacağımız bir mağlubiyete tercih etmezdik herhalde. Yalnız kalmayı göze alamazdık çünkü. Eğer elleriniz üşürken, ellerinizi ısıtacak tek şey eldivenlerinizse, yaşamın hiçbir anlamı yoktur belki de. Anlam kattığımız, değer verdiğimiz, endişelendiğimiz şeylere sahip olduğumuz sürece, kalbimizin boşuna atmadığını fark ederiz. Ve bunu anladığımızda kaybetme korkusuyla yüzleşiriz. Kaybedeceğiniz şeyler varsa, yokluğu boşluk yaratan şeylere sahipseniz, mutlu olmak için her şeyiniz var demektir.
Her biri ayrı bir iz taşıyan bir tabloyu tamamla-mayı başardığınızda hayatınızın başköşesine asın onu. Ve iz bırakanların unutulmayacağını hatırlatın sizi gülümseten insanlara…



HAYAT GİBİ

Hayat; birinci sınıfta, ders başladığında çöpün başında kalem açmak gibidir. Ders boyu o kalemi teneffüste açmadığına pişman olmaktır. Kalemi açarken harcadığınız iki dakika, sıra arkadaşınızın iki satır yedi yazması için yeterlidir ve siz ders boyu ona yetişmek için çabalarsınız. Ama bu seferde hızlı yazdığınız için bütün yediler tepetaklak olmuş ikileri andırır. Ve galiba hayatını değiştirecek kararı o derste verir insan. Ya hızlı yazıp bir sayfa çizgi yığını oluşturacaksın ya da yavaş yavaş ve özenerek yedi tane yedi yamak için bir dersi harcayacaksın…
Birinci sınıftayken bunları düşünmeye gerek kalmaz. Çünkü her birinci sınıf çocuğunun kalem ku-tusunda rengârenk ataçların arasında, kuru boyalarla kalemtıraşın yakınlarında, küçük parmaklarının da yardımıyla kolayca alabileceği bir yedek kalemi vardır. O yedek kalem insanı büyük çıkmazlardan kurtarır. Ve insan hayatı boyunca, ucu kırık kalemin kalemtıraşa duyduğu sempatiyi duyar o kaleme. Ama maalesef hayatın yedeğini kalem kutusunda taşıyamaz insan… Çünkü yedeği yoktur ve bu da yediden sonra sekizin geldiği kadar doğru, zil çalmadan ucu biten bir kalem kadar acımasız bir gerçektir.
Hayat yere düşüp kaybolan bir iğne gibidir, kimin ayağına ne zaman batacağı belli değildir.
Belki de rüzgâr kokan bir şampuandır hayat. Saçlarınıza rüzgârı getirir, onlara binlerce baloncuğun olduğu bir lunaparkı gezdirirken suyla birlikte akıp gider zaman gibi…
Ya da hayat bir okyanustur safir mavisi berraklığında; ama adeta insanı hüzne boğan bir yosun yeşiliyle karışmıştır… Derinliklerindeki milyonlarca kum tanesini herkesten saklarken kendinden kaçamaz.
Aslında hayat; gecenin bir yarısı kalkıp, aynadaki kızarmış gözlerinize bakarken, kendinizden sakladığınız bütün gerçekleri itiraf etmektir.
Hayat; uğrunda yaşayabileceğin birine sahip olmaktır…
Hayat; değerli olduğunu hissetmektir…
Hayat; en zoru başarıp, kendin olarak kalabilmektir…




HACER TÜLEN
________________________________________

DÜNYA’NIN DENİZKIZI

Küçükken yağmur damlalarına hayran hayran baktınız mı hiç? Yani bir anda nereden geldiği belli olmayan, kimin gönderdiğini bilemediğiniz, sanki gökyüzünden birilerinin muslukları açmış da üzerimize su dökmek istemesi, size de anlamsız geldi mi?
Hem dikkatinizi çekti mi? Yağmur yağdığı günler bazı insanlar bir karamsarlığa bürünür. Bazıları da onlara inat bir o kadar sevinir. Acaba sevinenler siyahı çok sevdiklerinden mi mutludur, ya da bu temiz suyun kendilerine bir şeyler bırakacağını düşündüklerinden mi? Şaşırdınız belki yağmurun size bırakabileceği ne olabilir ki… Bu yağmurun çiçeklerin büyümesinden, doğayı güzelleştirmekten başka yaptığı ne var ki… İnsanlar hiçbir zaman bunu göremezler. Çünkü yağmurun görünürde rengi yoktur ki… Kırmızı bir gülün yaprağına değer kırmızı olur, zenci bir çocuğun yüzündü siyah, bir bebeğin vücudunda masumiyet… Yağmurun rengi hayatın rengidir. Hatta hayatın kendisidir. Belki bu yüzdendir ki yağmur çeşitleri vardır. Kimi zaman dolu olarak, kimi zaman ince ince… Her birisinde farkında değiliz belki ama bizler varızdır. Belki gözyaşlarımız, belki sevinçlerimiz, belki de kuşun kanadının çıkardığı ses… Belki bu yüzden tüm renksizliği… O muhteşem karışımdan oluşan o parlak rengi insanlar görürdü ayrılamazlar diye o parlaklığı görüp de inanamazlar diye…

Belki bu muhteşemliği kabul etmemek için niye yağmur yağdığında insanlar kaçarlar diyeceksiniz. Çünkü o dingin sularda ıslanırsanız, yağmurun izlerin söküp atmak sizin için çok zor olacak. Çünkü bir kere bu ıslaklığın tadın almanız demek, ömür boyu onun tutuklusu olmak demek…

Hiç düşündünüz mü, denize bakınca da huzuru bulursunuz. Neticede size göre o da sudur. Peki, yağmur neden insanı daha çok dinlendirir? Neden bu kadar evrenseldir? Çünkü denizleri her yerde göremezsiniz. Ama yağmur her toprak parçasına milyonlarca damlasını feda eder. Her insanın yüzüne bir gülümseme kondurur. Bunların yanında öyle bir de farklıdır ki… Küçükten büyüğe bütün insanların gözlerinde farklı farklı resimler yapar. Sanki milyarlarca ressamın bir araya gelmesi gibi… Gökkuşağı da onun paleti ve mavi onun esas ve görünmez rengi… Ve denizkızları o mavide yaşayan güzellik abideleri…
İşte yağmurda bir denize kıyı ve içinde milyonlarca denizkızı ve yağmur köşe bucak her yerde bir sanat eseri…



MELİKE YENGİNAR
________________________________________

VARILAN SON NOKTA

Ne kadar hızlı geçti zaman; neler yaşandı şu uzun zannettiğimiz kısacık ömrümüzde? Ya da neler hatırlandı düne dair? Nelere gülüp geçtik, nelere üzülüp ağladık; neler kalbimizde onulmaz yaralar açtı. Arzularımız adına neleri göze aldık hayatta, nelere göğüs gerdik? Verdiğimiz çabalar aldığımız cevaplara değer miydi, yoksa fazla mıydık bu hayatta? Bunu hiç anlayamadık.
Gerek var mı tüm bunlara; tüm bunlara kafa yormaya? Yaşanan yaşandı ve bitti işte. Oysa var. Her biri yeni bir tecrübe kattı, şu uzamış tırnaklarından kısa hayatına. Zaferlerinle övünerek ya da yanlışlarınla barışarak verin mi hayatının ölçüsünü? İlk aşkını hatırla şimdi. Ne hissettin? Gülüp geçtin mi yoksa gözlerin mi doldu yine? Dönmek istedin mi o günlere? Çıkarsız sadece sevdiğini düşünürken şimdi kimin kuyunu kazma peşindesin? Nereye gitti safiyane düşüncelerin? Hayata kızma diyemem ama bu çetrefil içinde kendini hâlâ bilebilenler de var. Çok mu az? Ne fark eder ki? Kendini, ne olduğunu, bu dünyadaki yerini ve vazifeni unutma. Sen, sen ol. İlk aşkı geçtim, “dostum” dediğin insandan yediğin ilk kazığı düşün şimdi de. Şu an ne hissediyorsun? Ya da hangisiydi ilk ihanet, onu mu düşünüyorsun? Haddi hesabı yoktur bunun, zaten ilkini boş ver; en iyisi göreceğin diğer ihanetleri düşün sen. Hayatta kimseye güvenmemeyi, inanmayı öğren artık. Tek biri hariç…
En güzelini Mevlana söylemiş zaten. Neden insanlar oldukları gibi görünmezler ki? Suratlara geçirilmiş o maskeler de neyin nesi böyle? Neden anlaşılmaz ilk bakışta karşındakinin geçekte ne olduğu? Bu maske bu kadar mı yapışmış yüzlere, bu kadar mı pelesenk oluş dillere yalan? Etrafındakilere fazla güvenme, tek birine güven ona inan.
Kim mi o? Ararsan bulursun elbet. Amma erken, amma geç. Uzakta aramaktan vazgeç. Şahdamarın kadar yakınında. Hiç ummadık bir anında kavuşursun sen de Allah’ına.


VAKİT KAYBETME

Bir gün daha geçti bak ömründen. Akıp gidiyor ömür denilen ırmak, ne yapsan durmuyor işte. Şu satırları okurken bile geçiyor ömrünün saniyeleri. Çalıyor ömrünün güzelliklerini zamanın hileleri. Aldırıyor eline kalemi, döktürüyor kelimeleri. İçimden geleni, beynimden geçeni…
Şu akıp giden zamana inat, içinden geleni yap. Çünkü düşündüklerini yapman için başka fırsatın olmayabilir. Yüreğine sor önce, vicdanında tart. İnanıyorsan içindeki sese ertelemekten vazgeç, üstüne git. Zamanında yap ki bir şeyler geç olmasın. Keşkelere yer verme ömründe. Çünkü hayat senin hayatın, bu hayata rota çizmek de senin elinde.
Sürekli kuşkularla dolu, sınırlı yaşanmış bir hayat mı istiyorsun yoksa içinin sesini dinleyerek, hatalarınla doğrularınla özgür olduğun bir hayat mı? Vakit kaybetme, seçimini yap.
İkilemde mi kaldın? Mantık mı, duygular mı? İkisi arasındaki o ince çizgide dengede kalamayanlardan mısın sen de? Merak etme kolayı var. Duygularla mantığın birleştiği an, ansızın ağzını açıp iki kelime döktüğün andır. Dilin her bir kelimesi duygularla mantığını harmanlayarak ortaya koyduğun fikirlerdir. Derviş hesabı. Fikir neyse zikir de odur. Yüksek sesle konuş kendinle. Dinle ne diyor sana, en önemlisi de içinden gelene kulak ver.
Yüreğini dinle. O pantolonu almak mı istiyorsun? Git al hemen, acıma paraya. Para gelmez seninle mezara. Saçlarını üçe mi vurdurmak istiyorsun? Git vurdur, merak etme kökü sende yeniden hem de daha sağlıklı uzar. Ona, onu sevdiğini mi söylemek istiyorsun? Vakit kaybetme hemen git ve söyle; çünkü yarın hayatta olacağın belli bile değil. Şu anın kıymetini iyi bil.









MUHAMMED
MUSTAFA ÖZ
________________________________________


GEL DİLİNİ KORU

“Beyin bedava!” Son zamanlarda gençlerin ağzında sakız olan bir tabir. Bu tabir; gençlerin karşılıksız bir şeyler almaya olan eğiliminden mi kaynaklanıyor, yoksa sadece popüler biri söylediği için mi söyleniyor tam bir muamma.
Türkçemizin güzel mi güzel deyimleri varken neden yeni ve anlamsız tabirler kullanıyoruz? Bana göre, tek nedeni var bu özensiz kullanımların: Dilden uzaklaşmak. Filozof, Herakleitos “Her şey akar.” diyor. Dil de zamanla değişiyor. Kelimeler anlam kaybına uğruyor. Biz sıradanlaştıkça dilimiz de sıra-danlaşıyor.
Bir okul koridorunda, çok değil, beş-on dakika kadar duraksayıp öğrencileri dinleyin. Parmak hesabıyla sayamayacağınız kadar çok, yeni ve anlamsız deyim işiteceksiniz. Bu durumu “Türkçe zenginleşiyor!” diyerek savunabilecek kimselere söylüyorum: Türkçe zenginleşmek yerine yok olabileceği bir uçuruma sürükleniyor. Böyle giderse gelecekte işaret diliyle anlaşacağımız kuşkusuna kapılıyorum.
Popüler kültürün ürünü olan çoğu televizyon starlarının toplumu olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorum. Herkesin izlediği bu kişiler, konuşmalarına herkesten daha çok dikkat etmelidir. Çünkü onlar kulaklarımızda iz bırakıyorlar. Gençler onlar gibi konuşmaya özeniyor.
Bu dil bizim. Bizi biz yapan en önemli unsurdur Türkçemiz. Onu koruyalım ki o da bizi korusun ceha-letten ve yok oluştan.











DİLŞAH CEREN
ZORBA
________________________________________

YALNIZLIK GİRDABI

“Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler. ”
Orhan Veli Kanık


Yalnızsanız güçsüzsünüz demektir. Bir işi bitiremediğiniz zaman başkasının sizin yerinize bitirebileceği güvenini duyamazsınız. Kendinizi aciz ve güçsüz hissedersiniz.
Yalnızsanız umursamaz olursunuz: Çevrenizde olup bitenleri algılayamazsınız, algılamak ve önemse-mek istemezsiniz. Çünkü onlar sizi ve sizin sevdiğiniz birini ilgilendirmiyordur.
Yalnızsanız hep boşlukta gibisinizdir: Tarif edi-lemez bir boşluk olur içinizde. Şöyle tam yüreğinizin orada… Ara sıra sıkışır, nefes almanızı güçleştirir ki orada olduğunu hatırlayın diye.
Yalnızsanız susarsınız sadece: Artık konuşmanın önemi kalmamıştır. Konuşacak kimse, dinleyecek yakın bir dost kalmamıştır yanınızda. İşte o zaman susmaktan başka bir şey gelmez elinizden. Her bir kelimenin önemi ve ağırlığı altında ezilirsiziniz. O kelimeleri söyleyecek önemli birini ararsınız. Susarsınız…
Yalnızsanız denize özlem duyarsınız: Tek arkadaşınız, yakınınız, sizi dinleyecek bir şey: Odur artık… Gitmek istersiniz sonsuz maviliğine, kaybolmak. Belki de elinizdeki bir fincan kahvenin sıcaklığıyla, onunla dertleşmek istersiniz. Denizi özlersiniz: o tuz ve yosun kokusunu, dalgalarının her çarpışında kalbinizdeki acıyı da götürme isteğini… Siz denizi özlersiniz, deniz de sizi…
Yalnızsanız yalnızsınızdır işte: Kelimeler, cümleler yetmez anlatmaya, her şey basit, sıradan gelir. Mutsuz, huzursuz, hiç dolmayan bir boşlukta yaşarsınız. Sonu gelmez gibi gelen bir girdap içinde giderek kaybolursunuz. Her insan yalnızdır biraz; ama siz biraz daha yalnızsınızdır.






TARİFİ İMKÂNSIZ

Nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Nasıl söyleye-ceğimi… Kendime bile itiraf edemezken sevdiğimi, bu satırlara nasıl dökeceğimi…
Kelimeler kifayetsiz… Her cümle saçma geliyor kulağıma. Sen yoksun, dünya yok, evren yok adeta. Meğerse sen bağlıyormuşsun beni hayata. Gözlerinmiş unutturan her şeyi bana. Ama ihanet sularıyla yıkamasaydın gözlerini, bakardım onlara, “ben” doldururdum içini yer kalmazdı “onlar”a… Gözlerinden kalbine indim bugün. Kendimi bulamadım. İyi saklamışsın (!) beni. Ama sonra anladım ki ben hiç girememişim oraya, almamışsın beni kalbine. Hâlbuki benim kalbimde yer kalmamıştı, hep “sen” doluydu kalbim.
Aşk neymiş? Nasılmış? Bildiğim tek bir şey var: O da mutluluk içinde acı çekmekmiş aşk. Çok zormuş bir kere, çok çetrefilli bir savaşmış. Bence aşktan bahsederken üç harfli demeliyiz. Yoksa maazallah yakalanıveririz.


ABDULLAH ÜNVER
________________________________________

KADERE İNANMAK VE KABUL ETMEK

Her insanın hayattan bekledikleri ve istedikleri farklıdır. Kimisi ünlü bir sanatçı olmayı ister, kimi de çok okuyup doktor olmayı. Kimi çok parası olmasını ister, kimi de sadece mutlu olmayı. Ama insanlar kaderlerini yaşayacaklardır. Bu yüzden hayata veya yaşadıklarımıza sövmek, sinirlenmek anlamsızca yapılan işlerdir. Oysa bunun yerine kaderimize razı olup hayatı akışına bıraksak daha iyi olmaz mı?
“Karanlığa küfredeceğine kalk bir mum da sen yak.” sözünü kendime ilke edindiğim günden bu yana mutluyum. İnsanlar bu sözü hayata geçiremedikleri için belki de umduklarını bulamıyorlar. Bir bakıma kaderimizi kendimiz çizeriz. Cüzi bir irademiz var çünkü.
Çoğu zaman insanlar başlarına gelen kötü olaylara değişik pencereden bakmayı denemezler. Oysa her şerde bir hayır vardır. Ama insanoğlu bunu bir türlü kabullenemez.
Bizler iyisi bir yaşamımız olduğu halde hep isyan ederiz. Hep başkalarının yerinde olmayı isteriz. Tam da bu konuyla ilgili bir hikâye vardır: Bir gün deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kaya yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Allah'a yakarır keşke güneş olsaydım diye. “Ol” der Allah ve güneş oluverir adam. Fakat bulutlar gelir örter güneşi. Bulut olmak ister, “Ol” der Allah. Bu kez bulut olur adam. Rüzgâr alıp götürür bulutu. Rüzgâr olmak ister; ona da “Ol” der Allah. Rüzgâr her yere egemen olur. Her şey onun karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser buradan eser kaya bana mısın demez. Allah kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık. Ve bir gün kaya sırtında bir acı ile uyanır. Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Kaderimizi sevmeliyiz belki bizimki en güzelidir.








MEHMET ARI
________________________________________


DOĞAYI DUYALIM

Evet, acaba nereden başlasam, şu sevimli doğanın ve yaramaz insanların tiyatrosuna. Daha doğrusu adeta trajikomik sahneleriyle çerçevelenen polisiye filmin… Elinde olmadığı için her an konuşamayan, sadece erozyon, sel, toprak kayması gibi küçük oyunlarıyla bize kızgın olduğunu ifade etmeye çalışan, fakat sesini bir türlü duyuramayan sevgili doğadan mı, yoksa onun üzerinde olabildiğince çirkinliğini sergileyen, onu kirleten, onu satan, ona tecavüz eden hatta, onu aralıksız sinirlendiren ve farkında değilmiş gibi kabuğuna çekilen biz yaramaz insanlardan mı? Her şekilde haksızız, o yüzden fark etmiyor. Ne yazık ki iç içe girmişiz de hâlâ sevememişiz doğamızı.

Benimle hep dalga geçerler; canım sen de abartma, sanki dünyayı sen temizleyeceksin, doğayı sil baştan sen koruyacaksın, yemyeşil bir gezegeni tek başına yaratacaksın diye... Ne yalan söyleyeyim, haklılar. Fakat elimde değil. İçimdeki yaralı, şeker, minik kuş bağırıyor; elini uzat, yardım et, bana acı, hiç olmazsa sen sahip çık, imdaaat! diye. Bu kuş aslında kuş değil ki. Sevgili doğanın aciz çığlığı.
Ben yine bu duygularla o çok sevdiğimiz bir parkımızın kenarında. Hep de bana mı denk gelir, bir de ne göreyim (aslında şaşırmıyorum ama neyse); bir anne, bir tane de çocuğu. Çocuk annesinin almış olduğu çikolatasını afiyetle yiyor, ardından yüzündeki aldırışsız, sevimli sırıtışlarla birlikte onun çöpünü hoop diye yere atıyor. Yanındaki çöp kutusu halinden mutsuz bir şekilde somurtuyor. Hayır, lütfen yanlış anlaşılmasın, ben çocuğa mı kızıyorum? Ne münasebet, çöpü çocuğu yere atarken, hiç oralı olmayan yanındaki sevgili annesine kızıyorum. Eğitim ailede başlar, çevreyi korumayı ebeveyn öğretir. Hımmm gördük ne kadar güzel öğretildiğini. Hadi diyorum neyse, devam ediyorum. Sağ tarafta babaları yaşındaki yaşlı adamın henüz eğile büküle temizlediği sarmaşıklı kameriyenin içerisinde bir topluluk, genç yaşlı, kadın erkek karışık sohbete dalmışlar. Tabii ki olmazsa olmazımız ay çekirdeği eşliğinde… Kabuklarını tek tek yere atarak. Gidip sataşıyorum, fakat alacağım cevap belli: “haklısın kardeş, ama, falan, kem küm.” Ben ayrılınca, hurraaa devam aynı uğraşıya. Bunu da atlattık yürümeye devam. Ama bu kadarı da yeter diyeceğim birazdan ki, alışık olduğumuz bir şey. Şaap diye yere tüküren bir adam. Yahu ben senin salyanın buharını solumak zorunda mıyım, diyorum. Haklısın diyor, fakat aynı şeyi tekrarlayacağına eminim. Gözümün alamayacağı kadar beton yığını ve arasından güçlükle seçebildiğimiz renginin yeşil olduğu öğretilen bitkiler. Biz çok azız, yalnızız, kuruyoruz, yok oluyoruz diyorlar, fakat nafile. Bir dondurma parasına ağaç alınabilirken bundan haberimiz bile yok. Kirletiyoruz, öldürüyoruz. Daha fazla kirlilik için beton ve taş yığını için kesiyoruz ağaçları. Yok ediyoruz doğayı. Demir tellerle örülmüş suların, derelerin içilemez hale gelen betimlemelerine bakarak ama görmeyerek…
Çok yazılır, çok çizilir ama yaşanmış örneklerle ve samimi bir seslenişle umarım değişir. Güzelliğine, sıcaklığına, doyumsuz zevkine ulaşabileceğimiz, mutluluktan ağzı açık bir ifadeyle üzerinde gezeceğimiz ve artık ben özgürüm, ben rahatım, teşekkürler yaramaz insanlar; beni kurtardığınız için diyen bir doğada yürüyemez miyiz? Neden olmasın.








MELİH KURUÇAY
________________________________________

ESKİMİŞ OKUL YILLARI

Ah! Şu öğrencilik yılları… Evet, hatırımda bir şeyler kalmış olmalı. Sanırım biraz düşünmem gerek. Bu yaşta insanın gençliğine gitmesi hayli zor oluyor. Ama bu gençlik, unutulmuyor işte. Hep özlem duyuluyor ona. Eh yaşlılık da ayrı, her zamanın farklı bir güzelliği var. Yine de gençlik başka tabi.
O halde öğrencilik diyelim ama ilköğretim falan değil ha. En deli dolu zaman Lise. Gençliğimin en güzel zamanlarıydı. Belki de en zorudur, ne dersiniz? O zamanlar sınavlar vardı; bir başladı mı bitmek bilmezdi. Dönem sonunu zor ederdik. Sıkılırdık, daralırdık, bunalırdık sınıf üstümüze üstümüze geldiği zaman da kaçardık. Birisi kaçalım dediğinde “hadi kaçalım” senfonisi duyulurdu. Tabi o zaman eğitim sistemi zorluydu. Hele bir de son sınıfta girdiğimiz o sınavlar, onlardan iyi notlar almak için gösterdiğimiz azimli çalışmalar süresince geceler gündüzler hep birbirine girerdi.
Sınavdan geçmen, istediğin yeri kazanman için yarışman gerekti. O zamanlar lisedekilere “yarış atı” denirdi. Ne komik değil mi? Sistem bizi böyle yapmıştı işte. Biz de isterdik ki gezelim tozalım hayatımızı yaşayalım. Ama emek olmadan yemek olmaz.
O zamanlar, liseler 4 yıldı. Son sene de YGS ve LYS vardı. Bunlar bizim üniversiteye giriş sınavlarıydı. Bunlara hazırlanırken kaç bin kişiyi geçmen gerektiğini hesaplar, hayallere dalar, kâbuslarla uyanırdık. Sınıftaki en yakınlarımıza bile bir düşmanlık besler hale geldik.
Asıl anlatmak istediğim, o büyük sınav öncesi yaşadıklarım. O zamanlardaki duygularım, hareketlerim, davranışlarım… Sınavdan bir hafta öncesi diyelim. Bu zaman diliminde herkes yavaştan dersi bırakır, tüm sene çalıştım biraz dinleneyim, kafa dağıtayım gibi düşüncelere dalardı. Arkadaşlarla kısa durum değerlendirilmesi kaçınılmazdı; sınavda ne yapacağız, yeterince çalıştık mı, ya iyi geçmezse, ya üniversiteyi kazanmazsam, ya babam beni sanayiye yollarsa… O zamanlar sanayiye yollamak meşhurdu tabi. Okumayan erkek evladın gideceği tek yerdi sanayi.
Sınavdan bir gün öncesi en kritik zamanlardı. İşte anneler devreye burada girerdi. Okunmuş kalem, silgi, kalemtıraş, pirinç… Sınavda pirincin işi yok tabii ki, zekâ açsın diye yutulurdu. Anneler, bizim de elimizden gelen bu kadar, diyebilsinler değil mi?

Anlatmak istediğim bir başka şeyse sınav günü öğrenci nasıl olduğu. Herhalde gece hiç yatmayıp dualar okumuş, gözüne uyku girmemiş, sabah en erken o kalkmış, kahvaltısını etmiş, pirinçleri yutmuş, çikolatasını yemiştir. Bir telaş, bir koşuşturma hali. Neden herkes her şeyi bilmek zorundaydı? Neden en mükemmel olmak zorundaydık. İşte dakikalar… saniyeler… sınav başladı ve bitti. Yıllarımı alan sınav bitmişti. Kurtulmuştum. Sonuçlar açıklanana kadar da rahat-tım. O zaman ayrı bir stres evresine girerdik. Sayfayı açmadan önce dualar okunuyor ve geriye bir tık sesi. Çıkan yazı site yoğunluğundan dolayı sayfa görüntülenemiyor. Rahatlamış bir biçimde oh çekilir; ama sonra tekrar dualar okunup bir tık daha yapılır. Sayfa açılır. Ekranda “Kazandınız” yazısı çıkarsa bayram eder herkes. Ama ya kazanamazsanız? Bu olayı bir duvar olarak düşünürsek, ilk aldığın ve en acı darbe sendendir. Duvarda ise büyük bir yarık çatlamış bir beton parçası. Daha bitmedi, sırada anne ve baba var. Sana hayal kırıklığı ile bakmaları, yüzlerine bakamaman… Tanıdıkların sınavı kazanan çocukları hakkında ısrarla bilgi verme girişimleri… İçinde umuda dair beslediğin her şey sanki bir sis bulutu tarafından hapsedilmiştir. Mutluluk, hüzün, neşe yerini sadece hissizliğe bırakmıştır. Boşluğa düşmek, en kötüsüdür.
Tekrar toplanıp bir sene daha hazırlanmak. Peki nasıl? Böyle bir soru soralım: Nasıl? Seni tutup ayağa kaldıracak bir neden lazım; bir dayanak, sığınacağın bir liman…

Ah. Doğru özür dilerim yavrum bu duyguları nereden bildiğimi, nasıl hissettiğimi söylemedim. Çünkü ben kazanamadım. Ama kazanmak için bir sebebim vardı. Beni tutup ayağa kaldıracak bir sebep. O büyükannenizdi ve biz hiç ayrılmadık.




ŞULE AYŞE BERBER
________________________________________

BİR AŞIĞIN MİLADI

Bir yıldız kayıyor, gecenin hoyratça savurduğu sessiz çığlıklar ardında. Yakarıyor adeta. Gözlerimden dökülen yaşlar bir şarkının nağmelerini anımsatıyor bana.
Ne dizeler yazdım bu kâğıtlara. Sayfa sayfa sen kokuyor şiirlerim. Bitmek tükenmek bilmiyor gidişlerin. Bir kibrit tutuşturuyorum yaktığım gemilerin ateşiyle. Bir rüzgâr misali üfürüyorum yalnızlığımı ateşe. Gelişlerin bozuyor sessizliğimi. O gül çehrende kalıyor gözlerim. Kal, demek isterken ruhum; git, diyor bedenim. Her seferinde alışılmış bir karanlık çöküyor mürekkebime. Yazdıkça yazıyor ellerim.
Lâl oluyor dilim, küsüyor kelimelere. Bir nebze yaklaştıkça sana, ebediyete uzanan korkularım oluyorsun. Ölüme nazaran seni bir daha görememekten korkuyorum aslında. Her aşığın bir miladı vardır elbet. Seni gördüğüm günü miladım sayıyorum. Senden önce yaşamış mıyım gerçekten bilemiyorum.
Aşk neydi? Aşk: Gözlerinin en derinlerinde bul-maktı kendini. Boş sayfaydı ressamın bile elini mahkûm eden.
Şiirdi bazen yakarışlarda gizlenen. Sersefil olmuş kelimelerdi. Tehlikeli sularda tek kürekle hayatta kalmaktı bir tahta parçasının üzerinde, bir çölün narıydı yakıp kavuran. Zamanı durdurmaya çalışan bir kahramandı, tanımsızdı aşk, seni görene dek masum bir yalandı.

Tebessümlerimi iste. Küçücük bir “ben” iste. Kalbimi, yüreğimi, hayatımı koydum avuçlarına. İstersen sık öldür, istersen bırak uçayım sonsuz eşsizliğe. Tek bir hamlede sen yeter ki iste…


TİNEMYİS ALCAN
________________________________________

GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ ÇOCUKLAR

Beynimizde gerçekleşen bir faaliyettir düşünmek. Peki beyni olan her insan yeterince düşünüyor mu? Tanrı tarafından bahşedilmiş bu organı tam anlamıyla kullanabiliyor muyuz? İnsanlarımızın yüzde kaçı kitap, dergi gazete okuyor; haber bültenlerini izliyor? Dünyada gelişen olaylardan haberdar?

Bunları yapmıyorlar çünkü bizim insanlarımız meşgul (!) Daha çok nasıl para kazanabilirim derdindeler. Bunun çok da iyi bir açıklamadı var tabii ki… Ekmek fiyatlarına, benzin fiyatlarına, dolmuş ücretlerine, ete, tavuğa zam gelmiş… Nasıl geçinecekler? Sürekli hesaplama yapıyorlar. Arada sırada da devlet işlerinden şikâyet ediyorlar. Ülkenin iyi yönetilmediğinden yakınıyorlar. Belki de bu onları rahatlatıyordur, kim bilir… Ama ortada büyük bir sorun var sorulması gereken önemli sorular var. Biz bu hale neden geldik veya neden hep böyleydik? Neden Batı öyle de biz böyleyiz?
Ben yıllardır süregelen ironi olmuş bu durumun değişmesini istiyorum. İnsanlarımızın “Burası Türkiye, burada her şey normal” demelerini, dış ülkeleri övmelerini istemiyorum. Sokağa çıktığımda karı kız tartışmaları yapan gençleri, kahvelerde tavla oynayan amcaları, mağaza mağaza gezen teyzeleri, kafelerde oturan akranlarımı değil olayların farkında olan, bilinçli, tartışmacı bir toplum istiyorum.
Genellersek “düşünebilen” insanlar istiyorum. Bunun için de oldukça basit ama geleceğe dair önemli gelişmeler sağlayacak bir önerim var: İnsanlarımızı üniversite, lise mezunu yapmadan önce onlara düşün-meyi, ülke için nasıl çalışılması gerektiğini, Tanrının bahşettiği mükemmel bir organ olan beyni keşfetmeyi öğretelim. Öğretelim ki yıllar geçtikçe ülkedeki her birey “düşünen” bireyler olsun… Düşünebilsinler ki çocukları geleceğe umut ile baksınlar, aydınlık bir geleceğin düşüncesi ile hayatın mavişliğini yaşayabilsinler… Umudu, benim gibi Nazım’ım “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler” dizeleri ile hissetmesinler sadece. Bizzat görsünler umudu, bizzat yaşasınlar ki güvenle sarılsınlar hayata…
Güzel bir gelecek, düşünen insanların var edeceği bir şeydir. Gözlemleyin, sorgulayın, düşünün; böylece ülkenize yapabileceğiniz en iyi şeyi yapın.
“Güzel günler göreceğiz çocuklar. Güneşli gün-ler…”


MERVE YAVUZ
________________________________________

YAŞAMAK İÇİN ÖLMEK

Uğruna ölünecek kadar güzel olan vatanımızın istikbali için candan, canandan vazgeçenlerin evlatları olan bizler; onların kızıl kanıyla süslenen şanlı bayrağımızın gökyüzünde özgürce dalgalanması için görevlendirildik. Bu vatan… Şehitler kabristanı! Şanlı tarihini okudukça kabarmalı insanın kanı. Ca-hit Sıtkı Tarancı: “Hangi tarlayı sürmeye kalksam/ Sapanıma takılan bu kemik/ Bir pırıl pırıl ki güneşte/ Alnımızdan ak” dizelerinde bunu bariz bir şekilde ifade eder.
Atalarımız bu vatanı bağımsız kılmak için ne kanlar akıtmış, ne canlar vermiş. Hayatlarını bağımsızlığımızın simgesi al bayrağımızın gökyüzünde özgürce dalgalanmasına adamışlar. Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’nda ne güzel anlatır bu bağımsızlık çabasını. Peki, neden; nasıl yazıldı İstiklâl Marşı?
İstiklâl Marşı… Kurtuluşumuzun destanı. Vatan aşkıyla yanıp tutuşan bir kalbin ölümsüz eseri. İstiklâl Savaşı yıllarındaki bağımsızlık çabasının aynası. Vatanı için canını ortaya koyan Mehmetçikleri anlatan paha biçilemez bir değer. Yurdun dört bir yanında askerlerimizin korkusuzca çarpıştığı, milleti için hiç düşünmeden canını verdiği, nice ocakların söndüğü milli mücadele yılları… Anadolu’nun dört bir tarafı ağlayan analarla dolu. İnsanların yeneceğine dair inancı yıkılmış, Mehmetçikler can pazarında… Umudunu yitirmiş halkın manevi desteğe ihtiyacı var. İşte böyle bir zamanda halkın inancını kuvvetlendirmek, dünyaya Türklüğün gücünü göstermek amacıyla yazıldı İstiklâl Marşı.
“Korkma!” diye başlıyor sözüne Mehmet Akif. Bu acı günler sen tütmekte ısrar edersen elbet son bulacak. Ayrıca “O benim milletimin yıldızıdır parlayacak” derken Türklüğün bekasına da işaret ediyor. “Çatma” diyerek sitem ediyor hilâlini çatık bir kaşa benzettiği bayrağa. Nice zaferler kazanmış kahraman Türk milletine karşı bu sertliğin, kızgınlığın nedendir? Tekrarı mümkün olmayan bu kurtuluş mücadelesi amacına ulaşamazsa, Hak katında uğruna döktüğümüz kanlar dahi kabul görmeyecektir. Daha sonra düşmanlara meydan okuyor şair. Türk milleti hürdür, hür kalacaktır. Özgürlüğü asla elinden alınamaz. Kalbindeki hürriyet aşkı coşkun seller gibidir. Atalarımız zamanında dağları bile eritip özgürlüğe koşmuşlardır. Aynı şeyi yine yapabilir. Nasıl bir sel önündeki bendi çiğnerse Türk milleti de hürriyetine karşı engel tanımaz. Batının çelikten duvarları varsa bizim de imanımız var. Türk milletini uyarıyor. Vatanını koru, onu vahşi düşman ordusuna kaptırma. Sabret; özgürce yaşayacağın günlerin gelmesi çok yakındır.
Ataları vatan uğruna şehit düşmüş Türk evladı! Üzerinde yaşadığın toprağı tanı! Uğruna ne canlar feda edilmiş bir düşün! Vatan toprağına değer biçilemez; onu dünyalara dahi değişme. Her karışı buram buram cennet kokan bu toprak uğruna kimler canını vermedi ki? Bu sebepledir ki bu topraklar şehitlerin kanlarıyla sulanmıştır.
Şiirine Allah’a dua ederek devam ediyor şair. İbadethanelerime düşman eli değmesin, buna müsaade etme. Dinimizin temeli olan bu ezan sesleri sonsuza kadar Türk yurdunda inlesin. Sonra şehitleri konuşturuyor. Ey Allah’ım! Al bayrağım gökyüzünde dalgalandığı ve ezan seslerinin yurdumda yankılan-dığı zaman eğer varsa mezar taşım bile binlerce kez secdeye kapanır. Bedenimdeki her bir yaradan sevinç gözyaşları akar. Öyle mutlu olurum ki belki de başım göğün en yüksek katına değer.
Ve son olarak zafer gününün heyecanını aktarıyor şiirine. Al bayrağım! Göklerde özgürce dalgalan. Şehitlerimizin uğruna döktüğü kanlar sana helal olsun. Artık Türk milleti için yok olma korkusu yoktur. Hür yaşamak senin de milletimin de hakkıdır. Ve şiirinin ana fikrini son satırında ikinci kez tekrar ediyor: “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!”
Milletimizin canla başla mücadelesini şiirine en güzel şekilde yansıtan ve “O benim milletimin malıdır.” diyerek İstiklâl Marşı’nı Safahat’a almayıp onu kahraman ordumuza ithaf eden İstiklâl şairimizi rahmetle anıyor ve sözlerimi onun duasıyla bitirmek istiyorum:
“Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın.”


















Yorumlar