Mart geldi, güneş yüzünü hafiften gösterdi. Güneşe aldanan ağaçlar pembe çiçeklerini açtı. Aniden çıkan rüzgâra karşı savunmasız kaldı çiçekler. Çiçekler savunmasız…
Babaannem
de böyleydi son zamanlarında. Tıpkı rüzgâra yakalanmış, savrulmaya mahkûm bir
çiçek gibi çaresiz... Hiçbir zaman kaybetmediği azmiyle ve yaşama hevesiyle
baharın gelmesini dört gözle bekleyen ama sabırsız davranan o çiçeklerden
sadece biriydi…
Hiç
hatırlamak istemediğim fakat her daim peşimde olan anıları silemiyorum
hafızamdan. Belki de silmeye kıyamıyorum. Babaannemle birlikte geçen
zamanlarımı hatırlıyor, ağlamaya başlıyorum. Burnunun hemen yanındaki mavi
nokta bana bir şarkıyı anımsatıyor. ‘Mavi Boncuk’. İşte o şarkıyı duyar gibi
oluyor, toprağına sarılmak istiyorum. İçimde anlatılmaz bir his uyanıyor,
kelimelerle anlatamadığım bir özlem duyuyorum. Yüzünde oluşan, yılların hatırı
sayılan çizgileri unutamıyor, yokluğuna sarılarak uyuyorum. Rüyalarımda bile
babaannemi görüyorum. "Burada olsaydı," diye başlayan cümlelerimin önüne
geçemiyor, yokluğunu bir kez daha hissediyorum. Yokluğu büyük bir boşluk oluşturuyor
bende. Yeri hiçbir zaman doldurulamayacak büyük bir boşluk. Fotoğraflarımıza
bakıyorum, beraberken ne kadar mutluyuz. Hepimizde bir sevinç, ölümü unutmuşuz.
Gözlerimden birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarıma. Hayır diyorum,
ağlamamalıyım.
İki
katlı bir evde oturuyoruz. Aşağı katta biz, yukarı katta babaannem ve amcam.
Sürekli beraberiz. Annem ve babam çalışıyor, babaannem ilgileniyor bizimle.
Birkaç yıl sonra evin sağ köşesinde kalan bir apartmana taşınıyoruz. Taşınmamız
bile babaannemin yokluğunu belli ediyor. Annem ve ablam sabahçı oldukları için
erken gidiyorlar okula. Babam ise beni bekliyor. Sabahları uyanır uyanmaz
oturma odasındaki pencereye koşuyorum. Babaannemin oturduğu odanın perdesine
bakıyorum. Perdeyi açmışsa evde beni beklediğini, kapalı bırakmışsa evde olmadığını
anlıyorum. Ama her halükarda kahvaltı için babaanneme gidiyorum. Servise de
babaannemin evinin önünden biniyorum. Kendi evimizde ve babamla durmak sıkıcı
geliyor bana. Belki de babaannemin yokluğuna alışamadığım için onun yanında
olmak istiyorum. Babaannemle olan atışmalarımıza rağmen ondan vazgeçemiyorum,
her sabah babaanneme gitmek istiyorum.
Yıllar
değişmeden geçiyor. Babaannem de değişmiyor, tabi ki huyları da. Hastaneye
gitmeyi hiç sevmiyor babaannem. Belki de bir hastalığının olmasından korkuyor.
Bize bir şey söylemese de artık eskisi kadar hareketli, dinç olmadığını fark
ediyoruz. Bütün aile babaannemin bu sene geçen senelere nazaran düşkün olduğunu
biliyor. Bir gün ciddi bir mide kanaması geçiriyor babaannem. Tabii yine
kimseye söylemiyor. Ertesi gün durumdan şüphelenen babam, babaannemi zorla da
olsa hastaneye götürüyor. Yapılan tahliller açıklandığında babaannemin kanser
olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Kemoterapiye başlıyor babaannem. Vücudu yapılan
tedavilere cevap vermiyor. Gün geçtikçe ağrıları artıyor, zayıflamaya başlıyor.
Ama hiçbir zaman umudunu kaybetmiyor. Hep bir gün iyileşeceğinin, eskisi gibi
olacağının hayalini kuruyor. On ay bu umudunu hiç kaybetmiyor. Ömrünün
bitmesine bir ay kala hayatta kalmaya dair beslediği tüm umutlarını yitiriyor.
Ve hepimizden helallik istiyor.
Sıradan
bir gün, babaannem kontrol için hastaneye gidiyor. Bilmiyor ki bu gidişin geri
dönüşü olmayacağını. Durumu ağırlaştığı için hastanede kalması gerekiyor.
Ziyaretine gidiyoruz sürekli. Gözleri görmüyor, konuşmakta güçlük çekiyor.
Ertesi gün biraz daha iyi olduğunun haberini alıyoruz ve hastaneden geleceğini
düşünerek evinde temizlik yapıyoruz. O gün akşam sessizliğin hâkim olduğu bir
zamanda telefon çalıyor. Arayan babam. Babaannemin kalp ritminin hızlandığını
ve gözlerinin kapanmaya başladığını söylüyor. Apar topar yola çıkıyoruz. Yolda
babaannemin son durumunu hayal etmeye çalışıyorum. Onun halini gözümün önüne
getirmeye kendimi zorluyorum. Ancak başaramıyorum. Babaannemin odasına
girdiğimde onu yarı baygın bir şekilde görüyorum. Adımlarım yavaşlıyor,
kelimeler boğazımda düğümleniyor. Güçsüz ve kısık bir sesle “babaanne” sözü
çıkıveriyor ağzımdan. Gözleri kapalı, tepki vermiyor. Bu sefer babaannemin
hareketsiz duran elini tutarak ve kendimden emin bir ses tonuyla söylüyorum. “Babaanne!”
Yine tepki vermiyor. Dayanamayıp koşar adımlarla çıkıyorum odadan. Babaannemin
yanında ağlamamak için tuttuğum gözyaşlarımı hastanenin balkonunda salıveriyorum.
Hava
serin. Rüzgâr ağaçların dallarına çarpıyor. Ağaçlara söz geçiremeyen rüzgâr
sanki hıncını benden alıyor. Saçlarımı savuruyor olanca gücüyle. Zayıf olduğum
zamanı biliyor ve beni yerimden sarsıyor. Belki bir müddet sonra babaannemin
aramızdan ayrılacağını söylüyor. Hiçbir şey düşünemiyorum. Odaklandığım tek şey
babaannemin hastanedeki hali. Hep o hali canlanıyor gözümün önünde. Eve gidiyoruz
bir süre sonra. Günlüğüme bir şeyler karalayıp yatıyorum yatağıma. Günün
yorgunluğuyla ağlayarak uykuya dalıyorum. Uyandığımda sabah ezanı okunuyor,
evde kimse yok. Ezanın ardından bir sala geliyor. Salayı can kulağıyla
dinliyorum. Ölen kişinin babaannem olduğunu öğreniyorum. O an hiçbir şey
yapamıyorum. O saladan sonra her şey anlamını yitiriyor gözümde. Babaannemin tek
başına benim ailem olduğunu anlıyorum.
Bir
zamanlar etrafında oyun kurduğumuz, bizi her şartlarda misafir eden, ikinci
ailem kabul ettiğim, evimizin koca çınarı aramızda yok artık. Evet, koca bir
çınardı babaannem. Gölgesinde senelerce bizlere yer vermişti. Koca koca
dallarıyla bizleri en çetin kışlardan, en kavurucu yazlardan korumuştu.
Yokluğuna nasıl alışacağım bilemiyorum. Babaannemden ayrılık bana zor gelecek.
Babam için daha zor bir durum aslında. Dedem öldükten sonra evin geçimiyle
ilgilenen babam. Babaannemin büyük desteği. Babam evimizin çilekeş adamı. Küçük
yaşlarda hayatın cilvesini yaşayan adam. Her yönüyle babaanneme bir arkadaş,
bir sırdaş. Babaanneme olan düşkünlüğünü bilmeyen yok. Babam, babaannemin
sözünü hiç kırmaz, bir sözünü iki etmezdi. Küçük yaşta babasını kaybetmenin
acısını annesine daha fazla bağlanarak gideren babam, babaannemi kaybedip
eskiyi tekrar yaşamaktan korkuyor. Belki de cesareti yok. Bu durumunu bize
fazla hissettirmek istemiyor. Hani insan duygularını ne kadar saklamak istese
de çok yakın olduğu birileri, o kişinin en ufak bir hareketinden fark eder ya,
öyleydi bizimki de. Babam ne kadar saklamak istediyse bizden, biz de o kadar iyi
anladık babamın hissettiklerini.
Bir
“Ben bu hastalığı yeneceğim.” deyişi aklımda kalıyor babaannemin, bir de gözümün
önünde eriyip gidişi. On bir ay boyunca kanserle olan savaşı ve sonunda ona
yenilişi. Kalan anılarla yaşamak zorunda olduğumu kabulleniyorum artık.
Helallik isteyişindeki el vedasını, bırakıp gidişindeki son vedasını ağlayarak yazıyorum
günlüğüme.
çok mükemmel olmuş lütfen yazmaya devam et :)
YanıtlaSil