SON VEDA / Nida Nur IŞIK












       



      Mart geldi, güneş yüzünü hafiften gösterdi. Güneşe aldanan ağaçlar pembe çiçeklerini açtı. Aniden çıkan rüzgâra karşı savunmasız kaldı çiçekler. Çiçekler savunmasız…
Babaannem de böyleydi son zamanlarında. Tıpkı rüzgâra yakalanmış, savrulmaya mahkûm bir çiçek gibi çaresiz... Hiçbir zaman kaybetmediği azmiyle ve yaşama hevesiyle baharın gelmesini dört gözle bekleyen ama sabırsız davranan o çiçeklerden sadece biriydi…
Hiç hatırlamak istemediğim fakat her daim peşimde olan anıları silemiyorum hafızamdan. Belki de silmeye kıyamıyorum. Babaannemle birlikte geçen zamanlarımı hatırlıyor, ağlamaya başlıyorum. Burnunun hemen yanındaki mavi nokta bana bir şarkıyı anımsatıyor. ‘Mavi Boncuk’. İşte o şarkıyı duyar gibi oluyor, toprağına sarılmak istiyorum. İçimde anlatılmaz bir his uyanıyor, kelimelerle anlatamadığım bir özlem duyuyorum. Yüzünde oluşan, yılların hatırı sayılan çizgileri unutamıyor, yokluğuna sarılarak uyuyorum. Rüyalarımda bile babaannemi görüyorum. "Burada olsaydı," diye başlayan cümlelerimin önüne geçemiyor, yokluğunu bir kez daha hissediyorum. Yokluğu büyük bir boşluk oluşturuyor bende. Yeri hiçbir zaman doldurulamayacak büyük bir boşluk. Fotoğraflarımıza bakıyorum, beraberken ne kadar mutluyuz. Hepimizde bir sevinç, ölümü unutmuşuz. Gözlerimden birkaç damla yaş süzülüyor yanaklarıma. Hayır diyorum, ağlamamalıyım.
İki katlı bir evde oturuyoruz. Aşağı katta biz, yukarı katta babaannem ve amcam. Sürekli beraberiz. Annem ve babam çalışıyor, babaannem ilgileniyor bizimle. Birkaç yıl sonra evin sağ köşesinde kalan bir apartmana taşınıyoruz. Taşınmamız bile babaannemin yokluğunu belli ediyor. Annem ve ablam sabahçı oldukları için erken gidiyorlar okula. Babam ise beni bekliyor. Sabahları uyanır uyanmaz oturma odasındaki pencereye koşuyorum. Babaannemin oturduğu odanın perdesine bakıyorum. Perdeyi açmışsa evde beni beklediğini, kapalı bırakmışsa evde olmadığını anlıyorum. Ama her halükarda kahvaltı için babaanneme gidiyorum. Servise de babaannemin evinin önünden biniyorum. Kendi evimizde ve babamla durmak sıkıcı geliyor bana. Belki de babaannemin yokluğuna alışamadığım için onun yanında olmak istiyorum. Babaannemle olan atışmalarımıza rağmen ondan vazgeçemiyorum, her sabah babaanneme gitmek istiyorum.
Yıllar değişmeden geçiyor. Babaannem de değişmiyor, tabi ki huyları da. Hastaneye gitmeyi hiç sevmiyor babaannem. Belki de bir hastalığının olmasından korkuyor. Bize bir şey söylemese de artık eskisi kadar hareketli, dinç olmadığını fark ediyoruz. Bütün aile babaannemin bu sene geçen senelere nazaran düşkün olduğunu biliyor. Bir gün ciddi bir mide kanaması geçiriyor babaannem. Tabii yine kimseye söylemiyor. Ertesi gün durumdan şüphelenen babam, babaannemi zorla da olsa hastaneye götürüyor. Yapılan tahliller açıklandığında babaannemin kanser olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Kemoterapiye başlıyor babaannem. Vücudu yapılan tedavilere cevap vermiyor. Gün geçtikçe ağrıları artıyor, zayıflamaya başlıyor. Ama hiçbir zaman umudunu kaybetmiyor. Hep bir gün iyileşeceğinin, eskisi gibi olacağının hayalini kuruyor. On ay bu umudunu hiç kaybetmiyor. Ömrünün bitmesine bir ay kala hayatta kalmaya dair beslediği tüm umutlarını yitiriyor. Ve hepimizden helallik istiyor.
Sıradan bir gün, babaannem kontrol için hastaneye gidiyor. Bilmiyor ki bu gidişin geri dönüşü olmayacağını. Durumu ağırlaştığı için hastanede kalması gerekiyor. Ziyaretine gidiyoruz sürekli. Gözleri görmüyor, konuşmakta güçlük çekiyor. Ertesi gün biraz daha iyi olduğunun haberini alıyoruz ve hastaneden geleceğini düşünerek evinde temizlik yapıyoruz. O gün akşam sessizliğin hâkim olduğu bir zamanda telefon çalıyor. Arayan babam. Babaannemin kalp ritminin hızlandığını ve gözlerinin kapanmaya başladığını söylüyor. Apar topar yola çıkıyoruz. Yolda babaannemin son durumunu hayal etmeye çalışıyorum. Onun halini gözümün önüne getirmeye kendimi zorluyorum. Ancak başaramıyorum. Babaannemin odasına girdiğimde onu yarı baygın bir şekilde görüyorum. Adımlarım yavaşlıyor, kelimeler boğazımda düğümleniyor. Güçsüz ve kısık bir sesle “babaanne” sözü çıkıveriyor ağzımdan. Gözleri kapalı, tepki vermiyor. Bu sefer babaannemin hareketsiz duran elini tutarak ve kendimden emin bir ses tonuyla söylüyorum. “Babaanne!” Yine tepki vermiyor. Dayanamayıp koşar adımlarla çıkıyorum odadan. Babaannemin yanında ağlamamak için tuttuğum gözyaşlarımı hastanenin balkonunda salıveriyorum.
Hava serin. Rüzgâr ağaçların dallarına çarpıyor. Ağaçlara söz geçiremeyen rüzgâr sanki hıncını benden alıyor. Saçlarımı savuruyor olanca gücüyle. Zayıf olduğum zamanı biliyor ve beni yerimden sarsıyor. Belki bir müddet sonra babaannemin aramızdan ayrılacağını söylüyor. Hiçbir şey düşünemiyorum. Odaklandığım tek şey babaannemin hastanedeki hali. Hep o hali canlanıyor gözümün önünde. Eve gidiyoruz bir süre sonra. Günlüğüme bir şeyler karalayıp yatıyorum yatağıma. Günün yorgunluğuyla ağlayarak uykuya dalıyorum. Uyandığımda sabah ezanı okunuyor, evde kimse yok. Ezanın ardından bir sala geliyor. Salayı can kulağıyla dinliyorum. Ölen kişinin babaannem olduğunu öğreniyorum. O an hiçbir şey yapamıyorum. O saladan sonra her şey anlamını yitiriyor gözümde. Babaannemin tek başına benim ailem olduğunu anlıyorum.
Bir zamanlar etrafında oyun kurduğumuz, bizi her şartlarda misafir eden, ikinci ailem kabul ettiğim, evimizin koca çınarı aramızda yok artık. Evet, koca bir çınardı babaannem. Gölgesinde senelerce bizlere yer vermişti. Koca koca dallarıyla bizleri en çetin kışlardan, en kavurucu yazlardan korumuştu. Yokluğuna nasıl alışacağım bilemiyorum. Babaannemden ayrılık bana zor gelecek. Babam için daha zor bir durum aslında. Dedem öldükten sonra evin geçimiyle ilgilenen babam. Babaannemin büyük desteği. Babam evimizin çilekeş adamı. Küçük yaşlarda hayatın cilvesini yaşayan adam. Her yönüyle babaanneme bir arkadaş, bir sırdaş. Babaanneme olan düşkünlüğünü bilmeyen yok. Babam, babaannemin sözünü hiç kırmaz, bir sözünü iki etmezdi. Küçük yaşta babasını kaybetmenin acısını annesine daha fazla bağlanarak gideren babam, babaannemi kaybedip eskiyi tekrar yaşamaktan korkuyor. Belki de cesareti yok. Bu durumunu bize fazla hissettirmek istemiyor. Hani insan duygularını ne kadar saklamak istese de çok yakın olduğu birileri, o kişinin en ufak bir hareketinden fark eder ya, öyleydi bizimki de. Babam ne kadar saklamak istediyse bizden, biz de o kadar iyi anladık babamın hissettiklerini.
Bir “Ben bu hastalığı yeneceğim.” deyişi aklımda kalıyor babaannemin, bir de gözümün önünde eriyip gidişi. On bir ay boyunca kanserle olan savaşı ve sonunda ona yenilişi. Kalan anılarla yaşamak zorunda olduğumu kabulleniyorum artık. Helallik isteyişindeki el vedasını, bırakıp gidişindeki son vedasını ağlayarak yazıyorum günlüğüme.

Yorumlar

  1. çok mükemmel olmuş lütfen yazmaya devam et :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder