Beyaz Oda / Nurefşan Kaya


Erkenden uyanıyorum. Ağır bir koku var odada. Duvarlara bakıyorum istemsizce. Duvarlar hep aynı, ne bir tablo ne bir saat ne bir gölge... Bu hastanede her şeyden mahrumum. Bir süre tavana baktıktan sonra kalkıyorum. Bu hayattaki tek değerli varlığım olan günlüğümü yerden alıyorum. Yıllar önce yazdığım sayfa açık kalmış. Tam on yıl öncesine ait. “Hayatımda açtığım bütün yeni sayfalara her seferinde nefretini kustuğun ve benim durmadan, bunu gizlemek için her türlü rengi tükettiğim günlerden bıktım artık. Senin kinini örtbas etmeye çalışmaktan yoruldum…" doya doya baktım bu satırlara. Kendi acımla eğlenecek kadar delirmiştim belki de. Aklıma morluklarla kaplı bedenim geldi. Nasıl da çaresizdim. Kimse korumazdı beni. Bazen komşular sesleri duyup kapıyı çalar, bir meyve tabağı getirirlerdi. Sırf dayak atmaya ara versin diye. Kapıyı hep annem açardı ama yine de abime seslenirdi “Ahmet yeter artık komşular rahatsız oluyor.” Çığlıklarım ve hıçkırıklarım birkaç dakikalığına da olsa dinerdi. Kemer tokasındaki demirin parmaklarımda bıraktığı kırıkların acısı dinmese de.
Burada yaşamaya tekrar mahkûm edilmiştim. Bu cehennemden çıkamıyordum. Odama giren hastabakıcının kilit açma sesiyle irkildim. “öfff be” dedi. “ Yine leş gibi kokmuşsun.” Gördüğüm rüyalar yüzünden idrardan ve terden sırılsıklam olmuş sarımtırak kirli çarşafıma baktı. İğrenmişti ama neyden iğrendiği tartışılırdı. Tedavi diye uyguladıkları işkenceden mi yoksa çarşaftaki ter ve idrar kokusundan mı? Bunu uzun uzun tartışacak zamanımız vardı ama beni yıkanmam için hastanenin banyosuna sürüklerken avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Bilirsiniz bağırarak tartışmak -en azından psikiyatristime göre- hoş değildir. Bu yüzden oldukça gereksiz ve saçma tartışmamızı sırf vakit öldürmek ve konuşmak için uzatamadım. Çığlıklarım deli dostlarımı rahatsız etmiş olacak ki birkaç hastabakıcı daha geldi. Öfkeyle banyo kapısını üstüme kilitlediler. İstemiyorum diye çığlık çığlığa bağırıyordum. Kollarımı duvara sabitleyip ilk önce üstümdekileri çıkarttılar ve sonra tekrar lanet okuyarak yıkamaya başladılar. Su sesiyle dolan kulaklarıma gelen tek tük kelimeler vardı “delirtip delirtip bizim başımıza atıyorlar” “pislik içinde...”, “bıktım her hafta...”, “normal olsa sudan korkmaz...” gibi birçok aşağılayıcı şey. Vücudumu tahriş eden lifin değdiği her yer ciğer gibi kızarıyor. Kollarımı yıkarlarken artık eskimekten bulaşık teline dönen lif yeni kabuk bağlamış yaramı açıyor ve yere içimi huzurla dolduran damla damla kanlar akıyor. Kahkahalarıma engel olamıyorum. Bunu gören hastabakıcı pek mutlu olmuyor galiba çünkü hastanenin o sert lanet mavi maşrapasıyla kafama bir tane geçiriyor. Sonunda işkence bitiyor. Üstümü giydiriyorlarken hâlâ hırçınlaşıp bağırıyorum ve çırpınıyorum. O bomboş beyaz odada hıncımı ve sinirimi çıkarabileceğim hiçbir şey yok. Bu yüzden olanca gücümle hastabakıcılara saldırıyorum ve tüm öfkemi üzerlerine kusmak istercesine yüzlerine tükürerek haykırıyorum. Bu yaptıklarımın bana dayak, açlık, işkence gibi çeşitli yollarla döneceğini bilsem de anlık rahatlıklar için yaşıyorum. Kolları bele bağlanan o deli gömleklerinden giydiriyorlar sonunda. Bir dahaki banyoda daha uslu durursam normal giyinebileceğimi de ekliyorlar. Benim özgürlüğümü bana pazarlıyorlar! Yatakta ayaklarımı sallayarak küçük bir kız gibi burnumu çeke çeke oturuyorum. Gerçi zaten küçük bir kızım. Çok çok eskiden abisinin sevdiği o küçük kız. Şimdi de sever mi acaba beni diye düşünüyorum biraz da umutla. Yine eskisi gibiyim, ne bir başarım var ne üstünlüğüm senden daha aşağıdayım ailemin gözünde abi, şimdi sevecek misin beni eskisi gibi? O aptal günleri hatırlıyorum. Hırslı kızı. Her zaman en iyisini başaran her zaman itaatkâr o kızı. Abim onun tersine oldukça asi ve bir o kadar da başarısızdı. Uyuşturucuya da başladım mı tamam oldu her şey. Artık ailemin utanç kaynağıydı. Ben ise onlar için gurur verici örnek bir evlattım. Her zaman beni kıskanmıştı. Neden ki? Ailemin beni sevdiğini mi sanıyordu? Seviyorlarsa neden tüm bu işkencelere son vermiyorlardı? Neden onu değil de beni bu hastaneye bırakıp gitmişlerdi ki sanki? Burası çok kötü bir yer. Burayı hak eden ben değilim ki. Ama beni seviyorlar. Onlar için çok şey yaptım, beni seviyorlar. Delice haykırdım “ HEP BENİ SEVİYORLARDI KISKAN KISKAAAAN.” Sanki her an bağırmamı bekleyen hasta bakıcı odama daldı. Beni zapt etmeye çalışırken çığlıklarımı kesmiyordum ve avazım çıktığı kadar beni sevdiklerini haykırıyordum. Belki de kendimi inandırmak içindi. Her neyse ne sonunda tüm çırpınışlarıma rağmen o lanet sakinleştirici vurmayı başardı hasta bakıcı. Gözlerim tavana dikili “kıskan asla seni sevmeyecekler. Ne yaparsan yap istersen beni öldür yaşadıkları sürece hep beni sevecekler.” diyerek korkunç kahkahalarla istemsizce uykuya daldım. Uyandığımda doktorum, kahvaltılığım ve bir boş sandalye odamda beni bekliyordu. “Günaydın” dedi doktorum sakin ses tonuyla.” Umarım iyi uyumuşsundur.” “evet” dedim üstüne basa basa “iyi uyutuldum.” “Hem kahvaltıya hem terapiye ne dersin?” dedi neşeli bir sesle. Bundan eğlenceliymiş gibi bahsetmesi beni iğrendirmişti. Tanrı aşkına terapiyle kahvaltının neyi eğlenceliydi ki? “bu da delilerin arasında kala kala çıldırmış” dedim kendi kendime. “Lütfen gel otur biraz konuşalım.” Sessizce dediğini yaptım ve karşısına oturdum. Tabldotumu inceliyordum sakince. Bir adet mantarlı omlet, 3 zeytin, 1 dilim salam, 5 dilim ekmek (kolay doymamız için ekmek hep fazla verilirdi) ve 1 küp beyaz peynir. Beyaz peynir... Bir anda gözlerim doldu ve anılarım kaçamayacağım bir kâbus gibi işgal ettiler zihnimi. Bir kış sabahı sıcacık sobanın karşısında bacaklarını uzatmış 4-5 yaşındaki kızı görüyorum. Kocaman gözlerle bacaklarındaki o çirkin morlukları inceliyor. Bir çocuğun vücuduna yakışmayan tek renk şiddetin rengi. Bu renklerin sebebini anlayamayacak kadar masum. Belki de sevdiği insanların onu incitebileceğine inanamayacak kadar bağlı. "Anne" diyor küçük kız. "Bu morluklar neden var bacaklarımda, hem de her gün yer değiştiriyorlar biliyor musun? Gerçekten bak birkaç gün önce bu leke öbür bacağımdaydı. Anne derimin altında böcekler mi var?" Kadın hafifçe gülüyor ama gözlerinin dolması bu gülümsemenin bir aldatmaca olduğunun kanıtı adeta. "Peynir yemezsen olur tabi öyle. Şimdi doğru kahvaltıya hadi bakalım peynir yemeden kalkmak yok." Şen şakrak koşarak uzaklaşıyor küçük kız. Odada yapayalnız kalıyorum sanki. Ve bir anda kafamda bir ses yankılanıyor "Ne kadar da tatlıymışsın değil mi? Bir o kadar da masum. Sahi kaç yaşında kabullenmiştin o morlukların dayaktan olduğunu? Altı mı yedi mi? Hadi ama sen aptal değildin. Gerçekleri kabullenemedin değil mi? Şu hayatta en çok sevdiğin insanın sana bunu yaptığına, bu yıkıma yol açtığına inanmak istemedin." “Kes sesini” diye bağırdım bir anda. “Her şey yolunda mı?” dedi doktorum endişeyle. Parmağı masanın altındaki güvenlik düğmesinin üstündeydi. “Korkak” dedim içimden “25 yaşındaki deli bir kadından korkacak kadar korkak.” Hiçbir şey yolunda değil” dedim. “Kafamdaki sesler... Onlar susmuyorlar.” “ sana ne diyorlar benimle paylaşır mısın?” dedi ihtiyatlı bir biçimde doktorum. Sinirlenmiştim. Susturamıyordu. Onları susturamıyordu. ”Sizinle paylaşacağım çok şey var doktor” dedim. “Ne gibi?” dedi. Tabldotumdaki çatalı aldım ve üstüne atlarken “ Ölüm gibi doktor... Ölüm gibi” diye haykırdım. Sandalyeyle birlikte yere yuvarlandık. Çatalı ıskalamıştım. Ben ikinci bir darbeye fırsat bulamadan güvenlik ve hasta bakıcı içeri daldı. Kelepçeleri yatağa taktıklarını görünce doktora sarılıp yalvardım “ Lütfen doktor beni buradan çıkartın. Gerçekten iyileştim doktor... Lütfen yalvarırım beni burada bırakmayın.” Doktor ise beni dinlemiyor ve “Yeni bir krize girdi 5 mg uyku ilacı ve 30mg abizol verin hemen” dedi. Yatağa kelepçelenirken yarı ayık bir biçimde sayıkladım “lütfen doktor beni bırakın...”
Karanlık koridorlarda duvarlar ve yerler raptiyelerle dolu. Ayaklarımdan sızan kanlar topuklarıma giren raptiyelerin tek habercisi. Acıyı hissetmememi garipsemiyorum çünkü hissizliğe 5 yıldan fazladır mahkûmum. Uzaktan onu görüyorum. Titrek bir ışığın aydınlattığı loş koridorda bekliyor. “Asla çıkamayacaksın buradan” diyor. “Sus” diyorum. “Asla çıkamayacaksın.” “sus” “Deliler çıkamazlar buradan bilmiyor musun?” diyor ve korkunç bir kahkaha atıyor. Delicesine koşuyorum raptiye dolu koridorda. Onu yakalayıp tüm bedenini ekmeğe sürülecek kadar parçalamak ve ezmek istiyorum raptiyelerle. Ayaklarım paramparça olana kadar koşuyorum. Ben koştukça o uzaklaşıyor. Artık diz kapaklarımın üzerinde koşuyorum. Ayaklarımdan geriye raptiyelere takılı kalmış etler ve hala bacaklarımdan sarkan deriler var. Onları da elime sarıyor ve bir anda çekip kopartıyorum bacaklarıma dolanmasınlar diye. Tekrar koşmaya başlıyorum “Sus!” diye haykırarak. Aynı ses tekrarlıyor “Buradan asla çıkamayacaksın. Asıl tedavi edilmesi gerekenin ben olduğumu asla kanıtlayamayacaksın.” Dayanamıyorum. Kafamı raptiyeli duvarlara vuruyorum beynimi parçalamak istercesine. Kan kulaklarıma ve burnuma doluyor. Nefes alamıyorum. Gözlerime batan raptiyeler kör ediyor gözlerimi “Sus, sus!” diye haykırıyorum. Sonra bir anda bir şey dikkatimi çekiyor. Nefesimi kesen bu kan damardan yeni çıkmak için oldukça soğuk. Deliler gibi mutluluk çığlıkları atıyorum “ Sonunda öldüm ve kanım beni tekrar hayata döndüremeyecekleri kadar soğudu” haykırışlarımı ağzıma dolan kan engelliyor ve bir an nefessiz kalıyorum. Uyanıyorum. Hasta bakıcı bardaktaki suyu yüzüme boşaltmayı kesince derin bir nefes alıyorum. İlaçların etkisiyle başım çatlayacak gibi ağrıyor. Hasta bakıcı karga sesiyle bağırıyor “Uyan be artık seni mi bekleyeceğim gün boyu? Haydi dışarıya git biraz hava al.” diyor ve kollarımı çözüyor. Ölmediğimi ağır ağır hayal kırıklığı ile kabullenerek dışarı çıktığımda en yakın arkadaşımı görüyorum (yani konuştuğum ve tarih sorduğum tek kişi) “Bu gün ayın kaçı?” diyorum. “22 Nisan” diyor. Galiba doğum günüm bu gün. 26 yaşına basmam gerekiyor galiba. Emin değilim, çünkü sayılar benim için hiçbir anlam ifade etmiyor.
Onu bunu geçelim size hazır dışardayken en yakın arkadaşımdan bahsedeyim. Tarih sorduğum tek kişidir kendisi. İsmini sorarsanız bilmiyorum. Bir önemi de yok zaten. Bence isimler çok özel şeylerdir. Kimseye söylenmemesi gereken şeyler. Sizi siz yapan, anlamını hak etmek uğruna yaşadığınız şeyler. Böyle işte en yakın arkadaşım. Birbirimize çok benziyoruz. Kirden keçeleşmiş saçı, kokuşmuş bedeni, çapaklı gözleri, kırık tırnakları ile aynı ben.
Hava alırken bir tabut gördüm. Mis gibi toprak kokusunun üstüne serilmiş bir tabut. Normalde omuzlarda taşınıyordu galiba. Ama burada her şey farklı. Hiçbir değeriniz yok. Öldüğünüzde bile o bedeninizin çektiği acılara saygı olarak birkaç omuzda taşınmayı bekliyorsunuz ama hayır. Araba gelene kadar yerde bekliyorsunuz, yüksek bir yer değil yanlış anlamayın. Ayağınızı bastığınız yer. Bizler için oldukça değerli gerçi. Bekli haftalarca bembeyaz bir odada kalınca toprak gerçekten değerli. Ama sizler sanırsam bu toprağa koyma işini saygısızca buluyorsunuzdur. Hoş sizin için toprak pek bir anlam ifade etmiyor. Ama bizler için tabutta bile olsak hastane yatağına değil de toprağa konulmak bir nimet. Sonunda araba da geliyor. Burada okuma yazmayı unutmayan tek kişi olabilirim. Arabanın üstünde yazanı okuyorum dikkatlice “cenaze nakil aracı”. En yakın arkadaşımla ilk defa tarihler dışında bir muhabbet kuruyorum ve soruyorum “Nereye götürüyorlar onu?” “Ailesinin yanına” diyor. “Ne demek ailesinin yanına? Buradan çıkmak yasak.” “Ölüler için değil” “haksızlık bu” diyorum sızlanarak. “Ben de çıkmak istiyorum.” “Ölmeyi bekleyeceksin o zaman” diyor. Sabırsızlanıyorum, beklemek istemiyorum. Kafamdaki ses tekrar yankılanıyor “Buradan asla çıkamayacaksın zavallı.” Doktorumun öğrettiği gibi yapıyorum. “Çıkacağım ve seni dinlemeyeceğim çünkü sadece benim bilinçaltımda dönen saçma düşüncelerden ibaretsin.” diyorum. Derin derin nefes alıp veriyorum ve tekrarlıyorum “saçma sapan düşüncelerin yarattığı bir sesten başka bir şey değilsin.” “Sesim sana tanıdık gelmiyor mu? Ya da gözlerim?” köpek dişlerini belli ederek ve ela gözlerini kısarak zayıf yüzüyle bana gülüyor. Suyun altında gibi hissediyorum. Nefes alamıyorum. “Buradan asla çıkamayacaksın ve delirttiğim gibi kalacaksın.” diye fısıldıyor. “Kapa çeneni” diye çığlık atıyorum. “Bir gün senden kurtulacağım.” Pis pis gülüyor “Kafanın içindeyim beni yok edemezsin zavallı deli.” Kafamı duvarlara vuruyorum ama ses susmuyor. Yine hastabakıcı ve sakinleştiricilerle kendimden geçiyorum.
Uyandığımda başım sargılı ve bu sefer masadaki tabldotta çatal yok. Sadece biraz makarna var. Kaşık da yok. Belli ki buradan çıkmamı sağlayacak her şeyi elimden almaya çalışıyorlar. Aklıma günlüğüm geliyor ve endişeyle arıyorum. Şükürler olsun ki bulamamışlar. Açıyorum ve karşıma çıkan ilk sayfayı okuyorum “Ben sadece geçmişin geleceğe yarattığı bir deliyim. Uyuşmuş bir deli...” öylesine dalıyorum ki cümlelere hasta bakıcının geldiğini fark etmiyorum bile. “Bunları okuyup okuyup deliriyorsunuz işte. Geçmişi bırak aptal kadın” diyerek elimdeki günlüğü var gücüyle çekiyor. Tek bir sayfa kurtarabiliyorum günlükten. Klozet sifonu yazdıklarımın üstüne çekilirken gözlerimden 2 damla yaş damlıyor. Kâğıt parçasını alelacele saklıyorum ve doktorumun gelmesini bekliyorum. Yatakta burnumu çeke çeke oturuyorum küçük bir kız olarak. Ayaklarımı sallayabilmek için yastığı altıma alıyorum ve sırtımı iyice duvara yaslıyorum. İşte şimdi tam bir küçük kızım. Bir kaç saat sonra karşımda oturan doktorla pazarlık yapıyorum. “Sadece oyuncak bir helikopter doktor lütfen” diyorum. “Hem burada çok sıkılıyorum hem de bu sessizlik hoşuma gitmiyor.” “Tedavine olumlu cevap vermiyorsun.” diyor net bir şekilde. “Çünkü sessizlikte onlar susmuyorlar. Lütfen doktor sadece uçabilen bir helikopter. Bir kere çocukluğumu yaşayayım sonra söz veriyorum geçmişi unutacağım” inanmamış gibi görünüyor. Ama neden özellikle helikopter istediğimi de merak etmiş olacak ki notlarına ekliyor. Bunun için de makul bir yalan bulmam gerektiğini biliyorum. “helikopter pervanesinin sesi beni bu odadaki çıldırtıcı sessizlikten korur” diyorum masumca. “Pekâlâ” diyor. “Eğer üç gün sonraki randevumuza kadar sorun çıkartmazsan sana helikopter alacağım.” Küçük bir kız gibi ellerimi çırpıyorum. “yaşasın” diye bağırarak ayağa kalkıyorum. Tam o sırada doktorun not defterindeki yazıyı görüyorum “çoklu kişilik bozukluğuna bağlı çocuksu davranışlar” yazıyor. Yanlış teşhis diyorum kendi kendime ve gülümsüyorum. Evet doğru içimde barınan küçük bir kız çocuğu var. Ama hangi kız helikopter ister ki?
Üç gün boyunca o lif denen lanet bulaşık teliyle bedenimi incitmelerine göz yumdum. Kaynar suyun altında çığlık atmadım. İstedikleri bütün kıyafetleri giydim. İlaçlarımı iğnelerle yapmak zorunda kalmadılar çünkü uslu bir kız olup hepsini içtim. Kafamdaki sesler ne kadar şiddetli olursa olsun çığlık atmadım. Sadece dişlerim kanayana kadar yastığı ısırdım ve sonunda öyle ya da böyle üç günü bitirdim. Tüm dikkatimi ve ilgimi beni bekleyen helikopterime vermiştim. Tüm bu acılara biricik oyuncağım için, buradan çıkış biletimi verecek şey için katlanıyordum. Bir annenin bebeğini bir an önce kucağına almak istemesi ama onun iyiliği için dokuz ay sabretmesi gibi üç gün boyunca oyuncağım için sabrettim.
Üç gün sonra yine buluştuğumuzda doktor elinde bir helikopterle geldi. Bu süre zarfında büyük bir gelişme gösterdiğimi falan zırvaladı. Benim ise tüm dikkatim helikopterdeydi. “uçurmak ister misin” dedi. “uçabiliyor mu?” dedim gözlerimi kocaman açarak. Sanki uçan bir helikopter istememişim gibi buna şaşırmam onu şaşırttı “Elbette” dedi. “Umarım istediğin huzuru verir pervane sesi.” “Bundan emin olabilirsiniz doktor.” dedim. Kumandasıyla minik bir deneme sürüşü yaptık odada. Benim için oldukça eğlenceli ve nasıl diyeyim biraz farklıydı. Kumandayı kontrol etmekte zorlanmama sebep olan ilaçlar yüzünden -ki bundan şikâyetçi değilim- doktorla birlikte helikopterimle bir deneme uçuşu yaptık. Arkamda sıcacık kolları arasında kumandayı nasıl kullanmam gerektiğini gösterirken ilk o zaman hissettim aslında 25 yaşında bir kadın olduğumu. Çocuksu davranışlarıma kendini kaptırmış olacak ki doktor ancak bedenimi yavaşça ona yasladığımı fark edince geri çekildi ve artık helikopteri kendim uçurabileceğimi söyledi. Son defa sarılırmışçasına minnetle sarıldım ve tekrar teşekkür ettim. Ama tıpkı küçük bir kız gibi...
Beyaz odanın duvarlarını aşabileceğim bu helikopterle. Yarını bekleyeceğim, özgür olacağım günü.


#GençYazar


Yorumlar