Babamın Elbisesi / Ziya Osman Saba



Babamın son giydiği elbiseydi. Onu, her akşam so­yunduğu odada, son saatlerini yaşamakta olduğundan habersiz, belki de ertesi gün yapacağı işleri tasarlayarak, üzerinden son defa çıkarmış, orada duran iskemlenin üzerine geçirmiş, bizlerle biraz dereden tepeden konu­şup, her zamanki gibi yemeğini de yedikten sonra geli­veren ani bir kalp kriziyle yirmi dakika içinde ölüp git­mişti.

Böyle zamanlarda hep çok geç yetişen doktor, hiç olmazsa küçük kardeşimi avutma vazifesini yapmış ol­mak için, babamın birkaç saat sürebilecek bir baygınlık geçirmekte olduğunu, sabaha kadar ayılacağını söyleyip evine dönmüştü.

Benim bile, kendimi bu ümide bırakarak geçirdiğim bu gecenin sabahında, eski sabahlarımızdan birdenbire ayrılıvermiş, artık sobanın yakılmadığı, çay suyunun kaynatılmadığı, gözlerimizin dalıp kaldığı halıdaki nakışların büyüdüğü büyüdüğü, sokak kapısının sık sık çaldığı, ar­tık eve, ev sahiplerinin değil de, başkalarının, bekçinin, imamın, marangozun hâkim olduğu bu bambaşka sabah­ta; beni bekleyen bir sürü vazife, yapılacak birçok man­tıklı işler olduğu hâlde, evi yanarken, mesela, bir çift ta­kunyayı kurtarmaya çalışan bir adam gibi, ben de baba­mın son giydiği elbiseyi orada iskemlenin üzerinde fark ederek kaldırmış, saklamıştım.

Pantolonunun cebinden son defa kullanıp katladığı mendil, ceketinin üst cebinden gözlüğü, sağ yan cebin­den, taştahtaya bir şey yaptıktan sonra (babamın son vazifesi öğretmenlikti) o cebe, belki dalgınlıkla, atılıvermiş küçük bir tebeşir parçası, bir ucu mavi, diğer ucu kırmızı bir kalem (vazifeleri tashih için bir gün bana ıs­marlayarak aldırmış olduğu), tebeşirin değmesiyle yer yer beyazlanmış ve sadece biraz ufalmış olarak çıkmış­tı. Babamın, başıma o kadar iyi uyan şapkasını, boyuma tam gelen paltosunu, yeryüzünde babamı böylelikle ol­sun biraz daha devam ettirebilmekten memnun, kulla­nır; bu son giydiği elbiseyi, çoktan çürüyüp yok olmuş vücudunun kokusunu en büyük bir vefakârlıkla sakla­yan bu elbiseyi ise, yaşımın ilerlemiş olmasına rağmen, içimde kalmış bir çocuk duygusuyla, ara sıra yoklar, zi­yaret ederdim.

Bu elbisenin satılabileceğini, bu elbiseyi nihayet bir gün satacağımı hiç aklıma getirmemiştim. Babam, öldük­ten sonra da; belki bugünlerimizi hesaplayarak, bankada biriktirmiş olduğu parası, yazları bir katını kiraya verebil­diğimiz eviyle, senelerce bizleri düşünmüştü. Onun bu yardımları her ay maaş bordrosunda ismimin hizasına görünmez bir el tarafından ilave olunan bir ikinci paha­lılık zammı olmuştu.

Bir ay sonuydu. Dairede, öğle tatili; arkadaşların ço­ğu gibi, benim de evden küçük bir alüminyum kap için­de getirip kuytu bir köşedeki kalorifer üstüne koydu­ğum, böylelikle tamamıyla ısınmasa bile hiç olmazsa yağları erimiş olan yemeğimi yemiş, hava yağmurlu ol­duğu için de, her günkü âdetimin aksine olarak, yemek­ten sonra dışarı çıkmamıştım. Arkadaşlarla oturmuş, konuşuyorduk. Eski elbiselerin harp dolayısıyla çok para ettiğinden bahsediliyordu. Veznedar, üzerindeki yeni elbiseyi göstererek sattığı iki kat elbisesinin parasıyla bu yeni elbiseyi yaptırdığını söyledi.

Herkes bir fikir ileri sürüyordu. Birden aklıma baba­mın elbisesi, evde, sandıkta yatan, babamın son giydiği elbise geldi. Bu elbise dura dura ne olacaktı? Niçin sat­mıyordum âdeta? Cebindeki eşyaları boşaltıp birer hatıra olarak saklamak kâfiydi. Evet, o elbiseyi satmalıydım. Onun parasıyla bir yeni elbise yaptırmak değilse bile, kendime, geçen cumartesi Beyoğlu'nda bir camekânda görüp üzerinde âdeta gözüm kalan o güzel kravatı, kız kardeşime, ne zamandır giymeye hevesli olduğunu bil­diğim hep o Beyoğlu'ndaki yeni moda spor iskarpinler­den satın alabilirdim.

O gün akşama kadar hep bu fikri kafamda işledim. Eski elbiselerin en iyi nerelerde satılabileceğini, kaç pa­ra edebileceklerini, bu işlerde o kadar bilgili görünen ar­kadaşlardan öğrendim. En iyisi Kapalıçarşı'daki eskicile­re gitmekmiş, yalnız dükkân dükkân çok dolaşmamalıymış, zira birinin verdiği fiyattan fazlasını başka birinin vermesi imkân haricinde imiş, aralarında böyle bir anlaş­ma varmış!

Ertesi günün öğle tatilinde, daha birkaç sene evvel babam sağ, ben bir Hukuk talebesiyken ümitler içinde ve kaç sene inip çıkmış olduğum Çakmakçılar Yokuşu'ndan, koltuğumun altında bir paketle çıkıyordum. Ba­kırlarını dövmekte olan bakırcıların gürültüsünden kur­tulup kendimi Bitpazarı dediğimiz o sokağa attım. Orası da hep eskisi gibi, hep bildiğim gibiydi. Yine, samanları fırlamış kanepeler, soluk yüzlü, kopuk püsküllü koltuk­lar kaldırımlara taşıyor; eski sobalar, üşüyorlarmış gibi, dükkân köşelerinde biribirilerine sokuluyorlar; başka bir köşede ayrı duran kırık mermerli konsollarının üstünden indirilip duvar diplerine dayanmış kötü aynalar, yaldızlı çerçeveleri içine artık kaldırımlardaki at terslerini, gelip geçenlerin çamurlu kunduralarını, ütüsüz pantolonlarını aksettiriyorlar; fakat bütün bunlara, her şeye rağmen bü­tün bu eşyalar dünyaya gelmelerine sebep olan hizmetle­ri tekrar görmek, iki koltuğu ile samanları deşilmiş ka­nepe tekrar bir çifti kucağında barındırmak; kendini gös­termek ister gibi bütün arkadaşlarının önüne çıkan soba­ların muhakkak en hâllicesi tekrar bir an evvel ısıtmak, karpuz lambaların hasretini çeken, yaldızları tazelenmiş aynalar tekrar insan yükleri aksettirmek, tekrar odaların mahremiyetine girmek, tekrar beğenilmek, satılmak, da­ha yaşamak istiyorlardı.

Daha ziyade ufak tefek eşya satan dükkâncıkların önünde büsbütün dalıyor, yapılacak işimi, koltuğumdaki paketimi unutuyordum.

Şuradaki dükkânda, yaldızları yer yer yeşilleşmiş ke­meriyle birlikte kararmış bir kılıç, düğüm yerleri yağlan­mış buruşuk bir kravatın yanında asılı duruyor; bir za­man açıp kapadıkları kapılar yok olmuş anahtarlar, kapı rezeleri yerde yığınlar teşkil ediyor; daha beride, iyice te­mizlenip bilendikten sonra işe yarayabilecek bir balta, çatlak olmasına rağmen kullanılabilir kirli bir çay finca­nı, işe yarayabileceği insanda şüpheler uyandıran bir filit pompası, bu zamanda herhâlde müşteri bulamayacak eski usul bir kadın saç maşası yanyana gelmiş yatıyorlar­dı. O maşaya bakarken annemin böyle saç maşaları kul­landığını hatırlamaya başlıyordum. Evet, onun da böyle bir saç maşası vardı. Uzun, siyah saçlarını tarar, öte yan­da maşa o zamana kadar kızar, sonra kızgın maşayı al­nına doğru yaklaştırır, annemin saçları yanacak diye bir an titrer, "anne, yapma!" diye bir an bağırmak ister, fa­kat oh, çok şükür, annemin saçlarına hiçbir fenalık ol­maz, yalnız iki kıvrım, ilk iki dalga, taralı saçlarının ortasındaki muntazam çizgiden aşağıya doğru siyah bir parlaklıkla akmış olurdu.

Birden boş koluma birisi girer gibi oldu. Dalgınlı­ğımla alay etmek isteyecek bir arkadaş sanarak başımı çevirdim. Esmer, arkaya doğru sıkı sıkı taranmış siyah uzun saçlı, siyah ince bıyıklı, zayıf bir gençti:

— Buyurun bayım, satacak bir şeyiniz mi var? Bu­yurun, biz alıyoruz, diyordu. Sağ kolumdaki paketi unutmuştum. O da, uysal bir hayvan gibi, sürüden ay­rıldıktan sonra kurban edileceğini hissetmiş olmasına rağmen munis davranan bir koyun; ne bileyim, o kadar sevildikten, okşandıktan sonra evde yemek yetişmediği için nihayet bir çuvala konulup karşı sahile atılmaya gö­türülen bir kedi gibi hiç sesini çıkarmamış, kendini ba­na unutturmuş, beni rahatsız etmemek istemişti. Evet, ben buraya babamın elbisesini satmak için gelmiştim. Beni başkasına kaptırmamak isteyen esmer genç şimdi büsbütün koluma girmiş, hem iltifatta bulunarak satılık malın cinsini öğrenmeye çalışıyor, hem de memuru bulunduğu dükkâna doğru sevk ediyordu. Kapalıçarşı'nın kapısından geçmiş, eskici dükkânlarının bulunduğu kıs­ma gelmiştik. Nihayet bir tanesinin önünde durduk. Yüksekçe, kerevetimsi bir yerde, âdeta küçük bir sahne gibi, hah, birkaç iskemle ve bir masa ile döşeli, yalnız sahneden farklı olarak, bütün duvarları, önü, etrafı, as­kılara geçirilmiş elbiselerle dolu bir dükkândı. Dükkân sahibi, iri vücutlu, büyük kafalı, saçlarına ve gür kaşla­rına ak düşmüş bir adamdı. Bir bakıma yakışıklı da de­nebilirdi, fakat bir hayvana, bir kaplana benziyordu. Ya­nında bir de ihtiyar vardı. Konuştukça, ağzında kalmış tek dişi daha parçalayabilirim der gibi gözüken yeşile çalar sarı benizli bir ihtiyar, ihtiyar, paketi çözdü. Kaplan-adam evvela ceketi omuzundan tutarak aydınlığa doğru kaldırdı. Elbisem son vazifesini de yapmış olmak için kendini beğendirmek ister gibi hâller alıyordu. Son­ra pantolona baktı. Pantolonda bir güve yeniği olduğu­nu söylemek masumluğunda bulundum. Adam, elek ol­muş, diyerek, pantolonu da, göğsünden kurşun yemiş gibi oradaki iskemlenin üzerinde iki kat duran ceketin yanına attı. Bana:

— Kaç lira istiyorsun? dedi. Kendisinin fiyat biçme­sini söyledim. Mal senin, sen söyle, dedi. Israr ettim. Nihayet elbisenin, arkadaşlardan öğrenmiş olduğum o en az bulabileceği fiyatın yarısını söyledi. Ben üzerine bir misli ilave ettim. Pazarlık başladı. Bir yandan içim­de vicdan azabı, pişmanlık gibi hisler beliriyor, orada, iskemlenin üzerindeki elbiseye gözümün her kayışında manevi değeri bir kat daha artıyor, inat edebilmek için bana kuvvet veriyordu. Israrımı gören adam şimdi, cebinden çıkarmış olduğu bir deste paradan 10’ar liralık­ları acele acele sayarak zorla cebime sokmaya başla­mıştı. Ben almamak istiyordum, almamak isteyince o bir beş liralık, bir iki buçuk liralık daha ilave ediyordu. Gelip geçenlerden durup bu pazarlık sahnesini seyre­denler çıkmaya başlamıştı. Sıkılmış, terlemiştim. Niha­yet mağlup düştüm. Köşedeki masanın üzerinde dur­makta olan siyah kaplı büyük bir deftere iş ve ev adre­simi aldılar, babamın elbisesine son bir defa olsun bakmadan, dairede öğle imzasını kaçırmamak için hızlı hız­lı uzaklaştım

Cebime konulan paraları ancak dairede sayabildim. O para ile ne kardeşimin istediği iskarpini, ne benim gö­züm kalmış olan kravatı alabildim. O gece hava karladı. Evde odun bitmek üzereymiş, kış bastırınca fiyatlar büs­bütün yükselir, dediler. Elimizde para varken üç çeki odun aldık. Kim bilir belki de yine babam her şeyden evvel bizim soğukta kalmamamızı istemişti. Gece, sobaya odun atarken böyle düşünmek istiyordum.

Kar birkaç gün devam ettikten sonra hava lodosladı, güneş göründü. Öğle tatilleri yine dolaşmaya başlamış­tım. Böyle bir gün, çamurlara, kirli karlara basarak dola­şıyordum. Bir gün evvel Babıali'deki kitapçıların camekânlarını bol bol seyretmiş olduğum için o tarafa sapma­dım. Önüme çıkan yoldan gidiyordum. Bazen bir dam­dan bir kar paketinin düştüğü duyuluyor, dükkân saçak­larından akan sular, bazen şapkamın üzerine gelince, trampete çalar gibi sesler çıkarıyorlardı. Yine Çakmakçı­lar Yokuşu'nu çıkmışım. Bakırcılar yine bakırlarını şama­ta ile dövüyorlar, her şeye rağmen yine devam etmekte olan hayat için yeni yeni kazanlar, mangallar, daha ne bileyim neler hazırlıyorlardı. Bitpazarındaki eskiler de hayatın seyrine uyarak bir yandan azalmakla beraber, öte yandan artmıştı. Arkadaşlarının önüne geçerek ken­dini göstermeye çalışan soba, muradına kavuşmuştu. Ba­ğırları deşilmiş oda takımlarını yine oldukları yerde bul­dum. Kararmış kılıçla bana bir an olsun annemi hatırlat­mış olan eski moda saç maşası yine bekleşiyorlardı. Bir dükkân sahibi, borulu bir eski zaman gramofonunu, bel­ki de havanın açmış olmasına sevinerek kurmuş, eski plaklardaki şarkıları keyifle çalıyordu.

Beride, pazara yeni düşmüş bir yazı masası etrafına birkaç kişi toplanmıştı. Ben de yaklaştım. Üstündeki çen­tiklerden, mürekkep lekelerinden, üzerinde senelerce ders çalışıldığı, göz nuru döküldüğü anlaşılıyor, otura otura budak deliklerine varıncaya kadar ezberlediğimiz mektep sıralarına benziyordu. Masanın, içerileri dolu iki çekmesi de çekilmişti. Dükkâncı her elini atışta buradan bir ders kitabı, bir lügat, bir cetvel veya bir defter çeki­yor, defterlerin hemen oracıkta yazılı sayfalarını ayırıveriyor, alıcılar böyle bir bir meydana çıkan eşyayı ellerin­de evirip çevirerek, sayfalarına bakarak muayene ediyor­lardı. Bazen, erimiş bir kar damlası açık bir sayfanın üze­rine damlıyor, kâğıdı ıslatıp kabartarak akıyordu. Artık sıra, zarfları içinde saklanmış mektuplara, kitapların ara­sından ara sıra düşüveren kartpostallara, geçmiş günlerin birinde heyecanla seyredilmiş maçlar vesilesiyle alındık­ları belli spor mecmualarına, sinema mecmualarından kesilmiş resimlere gelmişti. Masanın, sahipsiz kaldıktan sonra, olduğu gibi satılıvermiş olduğu anlaşılıyordu. Bi­zim yine iyi kötü, gündüzleri işte, geceleri bir sıcak oda­da, yine Allah’a şükrederek geçirdiğimiz bu bir hafta için­de haberimiz olmadan, dullar arasına yeni dullar, yok­sullar arasına yeni yoksullar katılmış, belki yangınlar ol­muş, hânümanlar sönmüş, doğanlar yanında ölenler, ölenler içinde genç yaşında, daha mektep çağında gi­denler de olmuştu.

Ölümünden sonra tanıştığımız, yüzünü hiçbir za­man göremeyeceğim garip arkadaşımın ders kitapları üzerinden öğrendiğim okul numarasıyla ismini aklımda tutmaya çalışarak ilerliyordum. Eski elbisecinin o kadar mültefit komisyoncusu yine oralarda dolaşıyordu. Be­nim onu tanıdığım gibi, bilmem o da beni tanıdı mı? Fa­kat bu sefer herhâlde kolumda paket olmadığı için ala­kasını çekmeden geçebildim. Kaplan-adam yüksekçe, küçük bir sahneye benzer dükkânında yine elbiseler arasında etrafı kolluyordu. Bir an babamın elbisesinin de o elbiseler arasında olabileceğini düşündüm. Dükkâ­na doğru daha ağır yürümeye başladım. Elbiseyi hem tekrar görmek, hem görmemek istiyordum. Kat kat elbi­seler arasında ilkönce bir şey fark edemedim. Beyhude ne arıyordum! Babamın elbisesi bu bir hafta içinde sa­tılmış olabilirdi. Fakat hayır, işte orada, - birden babamla karşılaşmış gibi irkildim- babamın elbisesi orada, tür­lü türlü elbiseler, paltolar, muşambalar, külot pantolon­lar, kalın köylü elbiseleri, meşin ceketler arasında, onla­rın arasına sıkışmış, yeni ütülü, artık eski ruhunu kaybetmiş, artık "babamın elbisesi" olmaktan çıkmış, kimbilir, kim olmak üzere, orada bir askıda sallanıyordu. 1945

(Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi)