BABAMIN BİSİKLETİ / ŞEREF ACAR


Avlunun içinde, bahçe kapısının yanında durur, hiç kilitlenmezdi. Balon tekerlekli ağır bir bisikletti. Babamın evde olduğunun habercisiydi. Kardeşimle beni, babamla buluşturan kırmızı bisikletti o. Kardeşim arkada, ben önde hafta sonu gezmelerinin büyülü aracıydı.

Babam, bisikletini hep yavaş ve dikkatli kullanır, bisikletin ağırlığından mı yoksa bizim ağırlığımızdan mı pedallara ağır ağır basar, derin derin solurdu. Onun soluyan nefesini her duyuşumda yeni bir bisiklet hayallerimi süsler, kardeşimi de arkama bindirip babamın bisikletinin ardı sıra gideceğim günlerin hayaliyle, bisikletin ana demirinin bacaklarıma verdiği acıya katlanırdım.

Her hafta Cumartesi Pazarı’na babamın bisikletiyle giderdik. Kardeşim arkada, ben önde ana demirin üzerinde, babamın kesik kesik soluyuşları kulaklarımda, şehrin bir ucundan bir ucuna yolları, sokakları, insanları gözleyerek direksiyona sıkıca sarılırdım. İnsanların bakışlarını üzerimde hisseder, bu koca demir yığınını bir gün benim de hareket ettirebileceğim düşüyle bisikletin ön tekerinin dönüşünü, direksiyonun hareketlerini, tekerin yola yapışmasını inceler, bizi yola sermeden iki tekeri de ustalıkla dengede tutabilen babama güvenim bir kat daha artardı.

Babamın yanında kardeşim, ben ve bisikletimiz, Cumartesi Pazarı’nı bir baştan bir başa yürüyerek dolaşır, pazar malzemelerimizi bisikletimizin direksiyonuna astığımız renkli pazar çantalarına doldurur, pazarcıların zihninde yıllar sonra hatırlatılacak bir fotoğraf olarak kalırdık. O zamanlar bu kadar çabuk büyüyeceğimizi, bu anları yılların ardından hatırlayıp, en mutlu anlarımın kardeşimle, babam ve babamın bisikletinin ardından soluk soluğa gidişlerimde saklı kaldığını bilmezdim.

Pazar çıkışında, bisikletimizin önüne pazar çantalarının arasına ben oturur, kardeşim yine arkaya biner, bizden ve pazar çantası kalabalığından görünmez olan bisikletimiz, babamın kesik kesik soluyuşu ile hareket ederdi.

Pazardan çıkar, çarşıda babamın alışveriş yaptığı Toptancı Ziya Abi’ye uğrar, oradan eve dönerdik. Pazar malzemeleri eve, sekaltıya çıkarılır, bütün aile başına toplanır, babamın neyi ne kadara, kaça aldığını dinler; babamın hayat pahalılığından yakınan sözlerinden alınması gereken dersi alır, derslerime az çalıştığımı düşünür, hep beraber susardık. Babam loş bir köşeye oturur, mutluluktan mı kederden mi olduğunu anlayamadığım bir yüzle bir sigara yakar, cep defterini çıkarır, “borcum” diye yazardı. Babamın defterindeki her borcum sözcüğünü gördükçe, borçlarının hiç bitmeyeceğini düşünür, ev geçindirmenin anlamını çözerdim.

Bisikletimizi tamir için babamın arkadaşım dediği bir ustaya götürürdük. Küçük ve her tarafı yağdan kararmış, parlamış bir dükkânda bir çırağıyla beraber bisikletimizi parçalara ayırdığı an, bütün bu parçaları ve cıvataları yerli yerine nasıl takabileceğinin şüphesiyle ustanın başından ayrılmazdım. Usta sert biriydi. Pek konuşmaz, sorulara karşılık vermez, sinirli tavırlarla işini yapardı. Çırağı ustanın söylediklerini kaçırmamak için, dikkatle onun yüzüne bakar, istediği aletleri hemen yetiştirmeye çalışırdı. Söylediklerinin hiçbirini anlamayan ben, ustanın neden bir homurtu halinde konuştuğunu ustalığına yorar, ustasının söylediklerini anlamak ve azar işitmemek için hep susan çırağa acırdım. Acırdım; ama benden birkaç yaş büyük de olsa yağdan kararmış elleriyle tornavidayı tutuşunu, cıvataları sıkıştırıvermesini gördükçe aramızdaki yaş farkı büyür, kendimi daha bir çocuk hisseder; onun da kendi dükkânının hayaliyle bu ustaya tahammül ettiğini düşünür, ona saygım bir kat daha artardı. Babamın arkadaşım dediği halde, bize hiçbir yakınlık göstermeyen arkadaşının dükkânında kırık bir dal gibi sessizce oturuşuna içerler, babamı yıllar sonra her susuşunda bu sahne ile hatırlayacağımı bilmezdim.

O yıllarda her evin bir bisikleti olmasa da her babanın bisikletinde bir çocuk mutlaka olurdu.
Her çocuk bisiklet sürmeyi babasının bisikletiyle öğrenirdi. Bisiklet ortak bir paylaşım aracıydı ve söz arasında kendisinden bahsedilen, bütün ailenin sahiplendiği bir gerçekti.

Ortaokula başladığımız gün, babamın bisikleti kardeşimle benim oldu. Bu ağır bisikleti ve arkasında kardeşimi taşımak benim yeni görevimdi. Emekseven’den başlayan ve mezarlığın yanında sona eren uzun bir yolculuk… Kardeşim arkada ben, bisikletin üzerinde ayakta, ayaklarım pedallarda var gücümle o koca demir yığınını yürütmeye çalışırdım. Bisikletin üzerinde ayakta pedallara basarken, bazen direksiyon hâkimiyetini kaybederdim. Bisiklet sağa sola yalpa yaparak giderdi. Bu gidişimi gören herkes gözlerimin içine bakar, gözbebeklerimdeki korkuyu fark eder, kendini kaldırıma atardı. Bu gidişlerin zihinlerdeki fotoğrafının da yıllar sonra hiç kaybolmadığını, emektar bisikletimizi tanıdıkların unutmadığını, o yıllar anlatılırken bisikletimize ait ayrıntıların sıralanmasından çıkarırdım.

Oysa ben babamın balon teker bisikletiyle kardeşimi okula taşırken, cüssemle orantısız bu koca külçenin bu kadar dikkat çektiğinin farkında olamayacak kadar kendimi yola ve bisikletime verir, kardeşimin her an arkadan sıçrayıp, kendini kaldırımlara atacağı, beni talihimle baş başa bırakacağı korkusuyla direksiyona sıkıca sarılır, bütün dikkatimi yola verir; kardeşimin bana yardımcı olmak için ardımızdan gelen arabaları bir bir sıralamasıyla kaldırımlara çıkmamak için direksiyonu hareketsiz tutmaya çalışır, kollarımı iyice gerer, direksiyonu sıkıca tutardım.

Okul çıkışlarında çoğu kez mahallemize hemen dönmez, arkadaşımız Celaleddin’le Larende’den Kılbasan yoluna açılırdık. Celalettin’in bisikleti daha yeniydi ve arkasında bir kardeşi olmadığı için hızlı gidebiliyordu. Bense ona yetişmek için var gücümle pedallara basardım. Tarlaların, bahçelerin arasından bu tenha yolda, yollar gibi uzayan hayallere dalardık. Hayallerimiz vitesli bir bisikletle başlar; bisikletimizle şehir şehir, köy köy dolaşacağımız yerlerle uzayıp giderdi. Babamın bisikletine hem biner, hem onu süsler, siler, temizler hem de ondan kurtulmanın hayaliyle pedallardım yolları. Bisikletimizin en moral bozucu durumu tümseksiz düzgün yollarda bile giderken her tarafından şangırtılar, sesler gelmesiydi. Bisikletin bütün parçaları, cıvatalarına varıncaya kadar şakır şakır öterdi adeta. Bu durum da bisikletimizi küçümseme hakkını bize fazlasıyla veriyor, ondan kurtulmanın çareleri hayallerimizi süslüyordu.

Babamın bisikleti yıllarca beni ve kardeşimi taşıdı. Bir gün sessizce satıldı. Satıldığını kimseler fark etmedi. Satılması sohbetlere konu olmadı. Laf arasında geçmedi; ama babam onu sattığını söylediğinde bir an hatıralarımın bisikletimle beraber ellerimin arasından kayıp gittiğini hissettim. Onu acaba bir daha görebilecek miyim düşüncesi geçti içimden. Babamın ve bizim hatıralarımızda bu denli yeri olan bisikletin bu kadar çabuk gözden çıkarılmasını, babamın geçmişinden pek de mutlu olmadığına yordum.

Biz vitesli bir bisikletin hayaliyle, eski bisikletlerini pedallayan çocuklar şimdi vitesli bisikleti olan çocukların babalarıyız. Çocuklarımız okullara servislerle gitseler de biz yine seviyoruz bisikletimizi. Çocukluğumuzun hayallerini süsleyen bir vitesli bisikletimiz var; ama daha çok evlerin bodrumlarında, ücra köşelerde bekliyorlar yollara çıkmayı. Arada bir çıkarıyoruz onları, şehri bisikletle dolaşmanın eski büyüsüne kapılıyoruz.

Kitapları, bisikletinin arkasında okulundan dönen çocuklar da azaldı. Bu çocukları önemserim; çünkü okul yolunu pedallayarak giden çocukların hayatın zorluklarını bildiğini düşünür, hayatın zorlukları yanında derslerini hiç de zorlanmadan başarabileceklerine inanırım.

Bu bahar da bisikletimi ve oğlumun bisikletini bodrumdan çıkaracağım, apartmanların gölgesinde oğlumla beraber onu sileceğim, yağlayacağım, cıvatalarını tekrar sıkacağım, yaptıklarımı oğluma anlatacağım. Sonra oğlumun bisikletinin ardından pedallayacağım bisikletimi şehre doğru. Geç gelen bir hayalin burukluğuyla…