![]() |
foto: Mukadder Evren |
İstanbul'un
büyüleyici güzellikte olduğunu duyardım hep. Görürdüm de fotoğrafları, onlar
bile bu kadar güzelken kim bilir gerçeği nasıl güzeldir diye düşünürdüm. Sonra
bir gün bu gerçeği yaşama fırsatı geçti elime.10 Eylül günü koyulduk yola. Yol güzeldi.
İstanbul'a çıkan yollar bile güzeldi. Küçüklü büyüklü tarlalar, doğanın
harikası olan yemyeşil ağaçlar ve insanlardan kaçmak istercesine doğanın
arasına serpiştirilmiş ufak ve oldukça sakin evler.
Bu
daha başlangıçtı. Biz en sonunda İstanbul'a vardık. İstanbul dedikleri kadar
vardı. Hangisinden başlayayım bilmiyorum. En iyisi vapurla başlamak. İlk
bindiğinizde vapur sesi kulaklarınızı biraz fazla gelecek ama sonra
alışacaksınız ve denizi hissetmeye başlayacaksınız. Deniz kokusuyla sarılmış rüzgâr
yavaşça teninize dokunacak ardından martı sesleri kulağınızda yer edinmeye
başlayacak sonra gözleriniz etrafta dolaşacak, gözleriniz bu önünüze serilen
eşsiz görüntüyü beyninize kazımak için her yere çok daha dikkatli bakacak.
Duyularınız her zamankinden daha açık olacak ve bunu siz de fark edeceksiniz.
Mesela içerideki çayını karıştıran teyzeyi duyacaksınız ya da burnunuz deniz
kokusunu daha keskin alacak. Sonra vapur iskeleye yanaşacak.
İndiğinizde
göreceğiniz ilk şeylerden biri bazen köşelere sinmiş, bazen ise insanların
arasında dolaşan sokak hayvanları olacak. Biliyorsunuz ki İstanbul'da birçok
ulaşım olanağı var. Biz de vapurdan sonra kalacağımız yer Taksim'de olduğu için
Taksim Tünelini tercih ettik. Tüneldeki yolculuk da keyifliydi. Tabi yerin
altından gittiğimiz için vapurdaki kadar inceleyecek bir şey olmuyor bu yüzden
ya düşüncelerinize gömülüyorsunuz ya da insanları inceliyorsunuz. Ben insanları
inceledim hoş bunu her zaman yaparım ama kusur bulmak için değil hepsinin
farklı bir hayat hikâyesinin olması ilgimi çekiyor, aynı şekilde onlar hakkında
tahmin yürütmek de.
Neyse
siz insanları incelerken veya düşüncelerinize gömülürken gideceğiniz yere
ulaşmış oluyorsunuz. Ve Taksim. 1-2 adımda önünüze çıkan çoğu güler yüzlü ve
samimi sokak satıcıları. Bence Taksimi oluşturan kişiler bunlardır. Mimari
yapısına diyecek bir şey yok. Şunu söylemeden geçemeyeceğim İstanbul'un ne
kadar kalabalık bir şehir olduğunu ve içinde her tür insanın bulunabileceğini
anladığınız yer Taksim’dir. En azından benim için böyle oldu.
Geçelim
ikinci durağımıza: Topkapı Sarayı. Şu ana kadar gördüğüm en büyüleyici yerdi.
Topkapı Sarayı öyle bir yer ki sanki orada önceden yaşayanların ruhu duvarlara
sinmiş gibi, tabi bu harika işçiliğe de bağlı olabilir. Topkapı Sarayı'na
girince hiç ulaşamayacağınız saklı bir hazineye ulaşmış gibi hissediyorsunuz. Sizin
ayak bastığınız yerlere bir zamanlar sultanların, hükümdarların, hizmetkârların
ayak bastığı düşüncesi sizi bu hazineye bir adım daha yaklaştırıyor. Hele Boğaza
bakan kısımları... Bütün İstanbul önünüze seriliyor.
Oradan
uzaklaşmadan Ayasofya'ya değinelim. Sema'ya uzanan minarelerinden yüreğimize
okunan ezanı dinlemek kelimelerle ifade edebileceğim bir şey değil.
Diğer
durağımız: Gülhane Parkı. "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Ne
sen bunun farkındasın, ne polis farkında." der Nazım Hikmet. Öyküsü olan
yerler her zaman daha ilgi çekici ve güzeldir benim için, tıpkı Topkapı Sarayı’ndaki
gibi. Burada da yaşanmışlık vardı ve gözüm hep Nazım Hikmet'i aradı. Ağaçların
tepelerine baktım durdum. Sonra oturduk biraz. Gülhane’de gördüklerimi,
duyduklarımı, buranın insanlarını düşündüm. Dedim ki kendi kendime: "İstanbul
kendi başına bir dünyaydı."
Çok güzel olmuş. Çok beğendim. Gitmiş kadar oldum resmen. Böyle yazılar oldukça sayfamız çok daha güzel olur. Ellerine sağlık.
YanıtlaSil