Zihin Aristokrasisi / Mustafa Dağlıoğlu



“Üç türlü aristokrasi vardır; birincisi yaş ve kıdem; ikincisi servet; üçüncüsü akıl ve bilgidir. En şereflisi sonuncusudur.” diyor Schopenhauer. İnsan bilgisi ile dünyaya hükmedebilmiş bir canlı olarak kendi içinde tabii ki bilgisiyle yükselecektir. Servet çoğu zaman düşük veya vasat bilgi ile elde edildiği için önemsizdir. Yaş ise tecrübe avantajına sahip olmasına rağmen önemli olan tecrübelerin doğru yorumudur. Kıdemde ise bilgi değil; şan, şöhret ve servet söz sahibidir.

Tarihe ve günümüze baktığımızda aristokrasinin kaçınılmazlığını görürüz. Bu geçmişte soyla olurken günümüzde servetledir. Doğanın kanunu olarak her tür kendi içinde baskın bireyler bulundurur. Aristokrasi toplumsal yaşantıda her zaman kaçınılmaz olacaktır. Önemli olan aristokrasinin niteliğidir. Servet genelde miras veyahut namustan uzak yollarla elde edildiği için en uygunsuz aristokrasi biçimidir. Bu toplumdaki insanları birbirinin kurdu yapar ve içten çökertir. Soydan gelen aristokrasi ise genelde kötü sonuçlar doğurur. Soylu bir aileden gelen biri aldığı iyi eğitim ve kaliteli yaşantı ile vasatın üstünde bir insan olacaktır fakat önünde sonunda aileye sığ kafalar dolacak ve her şey kötüye gidecektir. Zihin aristokrasisinde ise toplumu akıl yönetecek ve toplum daima ileri gidecektir.

Zihin aristokrasisinin tepesinde en derin zihinler yani derin ve berrak okyanuslar bulunur. Öyle ki bu okyanusları bulanık sular akan ırmaklar kirletemezler. Okyanusa giren her su temizlenir ve sonunda ondan olur. Bu zihinler içlerine aldıkları düşünceleri “kendileştirirler”. Bu okyanusların kuruması da çok zordur. Bu bereketli kaynakların sayısı çok çok azdır. Bu kaynaklardan sonuna kadar faydalanmak gerekir, kendi içimizdeki kaynağı genişletmek ve berraklaştırmak için.

Bir alt tabakada ise denizler bulunur. Okyanuslardan sayıca fazla fakat yine de nadirdirler. Bu denizlerin kirlenmesi okyanuslara göre görece kolaydır. Fakat yine de faydalanılması gereken bereketli kaynaklardır. Okyanuslardan çok farklı değillerdir, onlardan beslendikleri için aslında onların yalnızca daha küçük türüdürler.

Üçüncü tabaka ise göllerdir. Bunlar ırmaklardan beslenmek zorunda olan vasat insanlardır. Eğer ırmaklarını doğru seçerlerse bir deniz gibi olabilirler. Yeterince büyürlerse denizlere benzerler. Fakat yanlış bir ırmak seçimi kolayca berraklıklarını bozabilir. Onlara akan ırmakları “kendileştirmeleri” için kendilerini bol bol beslemeleri ve büyümeleri gerekir. Yine de bu halde bile bulanık akan büyük bir ırmağa karşı koyamazlar. Çok dikkatli olmalıdırlar.

Dördüncü tabaka ufak göletlerdir. Bunlar alt tabaka zihinlerdir. Kendilerine akan ırmakları olduğu gibi içine alırlar. “Kendileştirme” şansları yoktur. Arazinin uygunsuzluğu sebebiyle yeterince büyüyüp göl olamazlar. Olsa olsa büyük bir gölet olabilirler.

Beşinci tabaka ise düz taslardır. Hangi kaynağa taslarını daldırırlarsa daldırsınlar –ki bunun için uğraşmazlar bile- bir damla bile tutamazlar içlerinde. Fakat kendilerini büyük bir okyanus sanırlar. Onlar hiçbir etki altında kalmaz ve gerçekten de “kendidirler”. Fakat hiçbir faydası yoktur. Tek özellikleri kendi olmalarıdır. Kimseden, hiçbir düşünceden etkilenmezler. Yalnızca kendileri olarak yaşarlar. Sayıca en fazla olanlardır. Onlara verilecek herhangi bir çaba havanda su dövmektir. Onlar “almazdır” hoş, isteseler de alamazlar ya. 

Irmaklar ise fikirlerdir. Kitaplardan veya doğrudan kişilerden gelebilir bunlar. Bu konuda çok seçkinci davranmak gerekir. Aksi halde bulanık ve zehirli ırmaklar sularımızı kirletir. Bu ırmaklar olabildiğince okyanus kaynaklı olmalıdır. Zira pis bir kaynaktan akan suyun temiz olması da beklenemez.

Her ne kadar acımasız gibi gözükse de en adil ve merhametli sistem budur. Bu sistem ile insanlık durmaksızın ilerler ve yükselir. Fakat “almazların” aristokrasisinin hâkim olduğu bir devirde bu sistem yalnızca bir hayaldir. Zira en derin okyanuslar bile bu ezici çoğunluğa karşı zafer elde edemediler.