“Üç türlü aristokrasi vardır;
birincisi yaş ve kıdem; ikincisi servet; üçüncüsü akıl ve bilgidir. En
şereflisi sonuncusudur.” diyor Schopenhauer. İnsan bilgisi ile dünyaya
hükmedebilmiş bir canlı olarak kendi içinde tabii ki bilgisiyle yükselecektir.
Servet çoğu zaman düşük veya vasat bilgi ile elde edildiği için önemsizdir. Yaş
ise tecrübe avantajına sahip olmasına rağmen önemli olan tecrübelerin doğru
yorumudur. Kıdemde ise bilgi değil; şan, şöhret ve servet söz sahibidir.
Tarihe
ve günümüze baktığımızda aristokrasinin kaçınılmazlığını görürüz. Bu geçmişte
soyla olurken günümüzde servetledir. Doğanın kanunu olarak her tür kendi içinde
baskın bireyler bulundurur. Aristokrasi toplumsal yaşantıda her zaman
kaçınılmaz olacaktır. Önemli olan aristokrasinin niteliğidir. Servet genelde
miras veyahut namustan uzak yollarla elde edildiği için en uygunsuz aristokrasi
biçimidir. Bu toplumdaki insanları birbirinin kurdu yapar ve içten çökertir.
Soydan gelen aristokrasi ise genelde kötü sonuçlar doğurur. Soylu bir aileden
gelen biri aldığı iyi eğitim ve kaliteli yaşantı ile vasatın üstünde bir insan
olacaktır fakat önünde sonunda aileye sığ kafalar dolacak ve her şey kötüye
gidecektir. Zihin aristokrasisinde ise toplumu akıl yönetecek ve toplum daima
ileri gidecektir.
Zihin
aristokrasisinin tepesinde en derin zihinler yani derin ve berrak okyanuslar
bulunur. Öyle ki bu okyanusları bulanık sular akan ırmaklar kirletemezler.
Okyanusa giren her su temizlenir ve sonunda ondan olur. Bu zihinler içlerine
aldıkları düşünceleri “kendileştirirler”. Bu okyanusların kuruması da çok
zordur. Bu bereketli kaynakların sayısı çok çok azdır. Bu kaynaklardan sonuna
kadar faydalanmak gerekir, kendi içimizdeki kaynağı genişletmek ve
berraklaştırmak için.
Bir alt
tabakada ise denizler bulunur. Okyanuslardan sayıca fazla fakat yine de
nadirdirler. Bu denizlerin kirlenmesi okyanuslara göre görece kolaydır. Fakat
yine de faydalanılması gereken bereketli kaynaklardır. Okyanuslardan çok farklı
değillerdir, onlardan beslendikleri için aslında onların yalnızca daha küçük
türüdürler.
Üçüncü
tabaka ise göllerdir. Bunlar ırmaklardan beslenmek zorunda olan vasat
insanlardır. Eğer ırmaklarını doğru seçerlerse bir deniz gibi olabilirler. Yeterince
büyürlerse denizlere benzerler. Fakat yanlış bir ırmak seçimi kolayca
berraklıklarını bozabilir. Onlara akan ırmakları “kendileştirmeleri” için
kendilerini bol bol beslemeleri ve büyümeleri gerekir. Yine de bu halde bile
bulanık akan büyük bir ırmağa karşı koyamazlar. Çok dikkatli olmalıdırlar.
Dördüncü
tabaka ufak göletlerdir. Bunlar alt tabaka zihinlerdir. Kendilerine akan
ırmakları olduğu gibi içine alırlar. “Kendileştirme” şansları yoktur. Arazinin
uygunsuzluğu sebebiyle yeterince büyüyüp göl olamazlar. Olsa olsa büyük bir gölet
olabilirler.
Beşinci
tabaka ise düz taslardır. Hangi kaynağa taslarını daldırırlarsa daldırsınlar
–ki bunun için uğraşmazlar bile- bir damla bile tutamazlar içlerinde. Fakat kendilerini
büyük bir okyanus sanırlar. Onlar hiçbir etki altında kalmaz ve gerçekten de
“kendidirler”. Fakat hiçbir faydası yoktur. Tek özellikleri kendi olmalarıdır.
Kimseden, hiçbir düşünceden etkilenmezler. Yalnızca kendileri olarak yaşarlar.
Sayıca en fazla olanlardır. Onlara verilecek herhangi bir çaba havanda su
dövmektir. Onlar “almazdır” hoş, isteseler de alamazlar ya.
Irmaklar
ise fikirlerdir. Kitaplardan veya doğrudan kişilerden gelebilir bunlar. Bu
konuda çok seçkinci davranmak gerekir. Aksi halde bulanık ve zehirli ırmaklar
sularımızı kirletir. Bu ırmaklar olabildiğince okyanus kaynaklı olmalıdır. Zira
pis bir kaynaktan akan suyun temiz olması da beklenemez.
Her ne
kadar acımasız gibi gözükse de en adil ve merhametli sistem budur. Bu sistem
ile insanlık durmaksızın ilerler ve yükselir. Fakat “almazların” aristokrasisinin
hâkim olduğu bir devirde bu sistem yalnızca bir hayaldir. Zira en derin
okyanuslar bile bu ezici çoğunluğa karşı zafer elde edemediler.